Sesli Sözlük - assert

iddia anlamı

iddia anlamı - win

uçan spagetti canavarı yok makarnizm yalan

türkiye'de uçan spagetti canavarı'nı reddeden kafirlerin ileri sürdüğü ağır hakaret içeren iddia. ifade özgürlüğüyle açıklanamayacak kadar kışkırtıcı bir söz. ha bak inanmıyorum desen anlarım da yalan deyince çok farklı bi olay. çünkü inanmıyorum deyince "doğru ama inanmıyorum" anlamı çıkarıyorum ben. evet, çok zeki olmadığımı söylüyorlar ara sıra ama konumuz bu değil. pastafaryanizm'de tanrının adı olan makarnaca ismi kullanarak "uçan spagetti canavarı yok" diyorsun hem de senin korsanların yalancı diyorsun. gerçi oladabilir, korsan adama güven olmaz şimdi ama konumuz o da değil. pastafaryanizm karşıtlığı yapılıyor, bir de üstüne pastafaryanlar kışkırtılıyor.
submitted by I_Rape_Beavers to KGBTR [link] [comments]

Irondebik al kurandaki celiskiler

A- Kur’an’ın Kendi İçindeki Dinî Çelişkiler:
1- Hesap gününde Allah’tan başkası şefaat edebilir mi?
Edemez / Bakara-48: Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.
Edebili Meryem-87: Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.
Edebilir diyen diğer Ayetler: Zuhruf-86, Edemez diyen diğer ayetler: Enam-51, Bakara-123, Secde-4, İnfitar-19
2- Kötülük Allah’tan mı gelir?
Nisa -78. Nerede olursaniz olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu, senin tarafındandır” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır”. Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
Nisa-79. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Seni insanlara peygamber gönderdik, şahid olarak Allah yeter.
3- Müslüman olmayanlar cennete gidebilir mi?
Gidebili Bakara-62. Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku ve üzüntü yoktur. (Ayrıca Maide-69 ) Gidemez/ Ali İmran-85. Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Ayrıca tevbe-30)
4- Cennetin genişliği ne kadardır?
Göklerle yer kada Ali İmran -133. Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun. Gökle yer kada Hadid-21. Rabbinizden bir bağışlanmaya ve eni, gökle yerin genişliği kadar olan, Allah’a ve Resulüne inananlar için hazırlanan cennete yarışırcasına koşun. İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.
5- İlk müslüman kimdir?
Enam-163’e göre Muhammed. Araf-143’e göre Musa. Ali İmran-67’ye göre İbrahim.
6- Kur’an’daki Gaflar: (Allah’a ait olmadığı açık olan Ayetler)
Hud-2. Allah’dan başkasına kulluk etmeyin. Ben size O’nun tarafından müjde vermek ve uyarmak için gönderilmiş gerçek bir peygamberim.
Şura-10. Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.
Tevbe-30. Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkara sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!
Zariyat-51. Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O’nun tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.
En’am-104. Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.
En’am-114. Allah’tan başka bir hakem mi arayayım ki size, her muhtaç olduğunuz şeyi bildirip açıklayan kitabı, o indirmiştir. Kendilerine kitap verilenler de bilirler ki o, senin Rabbin tarafından gerçek olarak indirilmiş bir kitaptır; artık şüphe edenlerden olma.
Bu ayetlerden Kur’an’ı yazanın Muhammed olduğu açıkça belli oluyor. Hitap eden Allah değil, Muhammed. Belli ki gaf yapmış, “De ki” ekini unutmuş.
7- İblis melek midir, cin midir?
Bakara-34’e göre melek, Kehf-50’ye göre ise cindir.
Bakara-34. Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Kehf-50. Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!
8- İslam’da Vasiyet geçerli midir?
Bakara-180’de ölümü yaklaşanlar için vasiyet etmek şart koşulmuşken, Nisa/ 11-12 ayetleriyle vasiyetin bir hükmü kalmamış, miras taksimi zorunlu kılınmıştır.
Bakara-180. Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.
Ayete ilaveten, Muhammed’in Veda Hutbesinde şöyle dediği yazılıdır:
“Mirasçı için ayrıca vasiyet etmeye gerek yoktur.”
9- Allah’ın katına olan mesafe-zaman çelişkisi:
Secde 5. Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.
Mearic 4. Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar. Bu çelişkiye bir de Allah katındaki zaman çelişkisini ekleyelim:
Hac-47. Senden çabucak azabı getirmeni istiyorlar. Allah, asla vaadinden caymaz. Doğrusu Rabbının katında bir gün; saydıklarınızdan bin yıl gibidir.
10- Allah herşeyi bilir mi?
Gaybı bilen yalnızca Allah’tır” ayetlerine rağmen Enfal/ 65-66 da Allah’ın bir müslümanın kaç düşmana bedel olduğunu ancak savaştan sonra bilebildiği anlaşılıyor.
Enfal-65. Ey Peygamber! Müminleri cihada teşvik eyle. Eğer sizden sabredecek yirmi kişi olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kafirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar hakkı ve akıbeti düşünmeyen anlayışsız bir kavimdirler.
Enfal-66. Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi olursa ikiyüz düşmana galip gelirler, sizden bin kişi olursa Allah’ın izniyle ikibin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.
11- Evlilikte Peygambere tanınan ayrıcalık:
Ahzap-50. Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları helal kıldık: Mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri, amcalarının kızlarından, halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse, peygamber nikah etmek istediği takdirde, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helal kıldık. Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bunlar sana hiçbir darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
12- Allah ve melekleri, Muhammed’e salat eder mi?
Ahzap-56. “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salat ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin, selam edin.” ayetinde Allah’ın peygambere salat ettiği ifadesi büyük çelişkidir.
Salat = Namaz, dua
Bu ayetteki salat’ın namaz anlamına gelmediğini, destek anlamı taşıdığını öne sürenler de vardır. Bu da apaçık olduğu söylenen ayetler üzerinde bırakın sıradan insanları, İslam alimlerinin dahi anlaşamadığını gösterir.
13- Allah gönderdiği kanunları, hükümleri değiştirir mi?
Bakara-106. “Herhangi bir Ayet’in hukmunu yururlukten kaldirir veya unutturursak, onun yerine daha hayirlisini veya benzerini getiririz. Allah’in herseye gucunun yettigini bilmezmisin? ”
Hac-52. Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Nahl-101. Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.
Rad-39. Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır.
Aşağıdaki ayetlerde ise farklı söylenir;
Fatır-43. “… Hayır! sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın. ”
Feth-23. “… Allah kanununda hicbir degişiklik bulamazsınız. ”
14- Tanrı’nın kitabı düzensiz, karmaşık olabilir mi?
Kur’an’ın genelinde konu karmaşası ve uyumsuzluk vardır. Bir konudan bir başka konuya atlanır. Örneğin Bakara suresinde boşanma konusu işlenirken aniden namaz kılma ve usülleri anlatılmaya başlanır. Ardından tekrar hukuk konularına dönülür. (Bakara/ 237-238-239)
Birçok surede aynı anlatımlar tekrarlanır. Bu durum Kur’an ayetlerinin karışık ve düzensiz toplandığını gösterir ki Allah’ın koruması altında olan bir kitabın böyle düzensiz olması bir çelişkidir.
15- Edison, Einstein, Ebu Talip vb. ebedi cehennemlik mi?
Ali İmran-115. Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.
Bakara-217. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.
Tevbe-17. Allah’a ortak koşanların, inkarlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedi kalacaklardır.
Müslümanların yaptığı zerre kadar işler karşılıksız kalmayacakken, inanmayanların bütün amelleri boşa gidecek ve sonsuza kadar cehennemde işkence görecekmiş. Tanrı böyle haksızlık yapar mı?
16- Şüphesi, çelişkisi olanın soru sorması yasak!
Maide-101. Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın. Eğer Kur’an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır. (Halbuki) Allah onları bağışlamıştır. Allah çok bağışlayandır, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)
Maide-102. Sizden önceki bir millet o tür şeyleri sordu da sonra o yüzden kafir oldu.
Allah’ın soru sorma yasağı koyması kadar saçma bir hareket olabilir mi? Böyle bir saçmalığı, sorular karşısında kendine güvenemeyen insan yapar.
17- Kur’an apaçık anlaşılır bir kitap mı?
Şuara-195’te Muhammed, “uyarıcılardan olabilsin diye” Kur’an’ın “apaçık bir dille” indirildiği; Zuhruf/ 2-3 ‘te daha açık olarak, ” Apaçık Kitaba yemin olsun ki şüphesiz biz O’nun düşünüp anlayasınız diye ” indirildiği; Fussilet-44’te Kur’an ayetlerinin uzun açıklamalı olmadığı; Yusuf-12’de Kur’an’ın, herkesçe “okunup anlaşılması için” indirildiği; Duhan-58 ‘de, herkese öğüt alsınlar diye kolaylaştırıldığı söylenir.
Ancak Kur’an anlaşılmaz bir yığın ayetle ve kavramla doludur. Anlaşılabilmesi için eski Kureyş Arapçasının, hadislerin, peygamberin ayrıntılı hayatının, dönem tarihinin iyi bilinmesi gerekir. Orucun kaç gün olduğu, namazın kaç vakit olduğu bile açıkça belirtilmemiştir.
18- Kıble, İslam’ın ilk yıllarında neden Kudüs’tü?
Müslümanlar kıble olarak önce Kudüs’ü sonra Kabeyi seçmişlerdir. Bu durum Bakara/ 142-145 ayetlerinde açıklanır.
Bakara-142. İnsanlardan bazı beyinsizler; «Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?» diyecekler. De ki; «Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.»
Kıble değişikliği bir çelişkidir ve Yahudilerle yaşanan çekişme neticesinde çıkmıştır. Halbuki madem önceki toplumların ve peygamberlerin de namaz kıldığı iddia edilir, öyleyse onların kıblesi neyse yine o olmalı ve hiçbir şartta değişmemeliydi.
19- Ganimetlerin tamamı mı yoksa 1/5’i mi?
Enfal-1.’de “ganimetler Allah’ın ve peygamberindir” denirken, Enfal-41’de “ganimetlerin beşte biri Allah’ın ve peygamberindir” denir.
Enfal-1. (Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”
Enfal-41. Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. (…)
20- Peygamberler eşit mi yoksa üstün olanı var mı?
Bakara-285 ‘te Peygamberler arasında fark olmadığı söylenirken, aynı surenin 253. ayetinde; “İşte bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün kıldık..” denir.
Bakara-285. Peygamber de, iman edenler de O’na indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbirinin arasında fark görmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Affını dileriz ey Rabbimiz, Dönüş sana’dır” dediler.
Bakara-253. İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. (…)
21- Kur’an Mekke ve çevresine mi yoksa tüm insanlara mı?
Enam-92. Bu da kendisinden öncekileri doğrulayan mübarek bir kitaptır ki, beldelerin anası (Mekke) ile onun çevresindekileri uyarman için indirdik. Âhirete inananlar, ona da inanırlar; onlar, namazlarına da dikkatle devam ederler.
Kalem-52. Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.
22- Cehennemde kapışma?!
Alak/ 15-18. And olsun ki onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz. O zaman taraftarlarını çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız.
Ayet, Ebu Cehil için söylenmiş. Güçsüz bir insanın “Allah benden yana” demesine benziyor. Yani insan sözü.
23- Hitap çelişkisi: ( Ben, Biz, O, Allah)
Kur’an’da ayetlerin çoğunda Allah 3. şahıs, bazılarında 1.şahıstır. Kimi ayetlerde çoğul “biz” ifadesi, kimilerinde ise tekil ifade mevcuttur. Örneğin Hac/ 34-35 de şahıs zamirinde tam 6 kez değişiklik yapılır. Allah’tan hitap bir kitapta hep aynı zamir kullanılmalıydı.
24- Bu ayette melekler mi konuşuyor?
Zuhruf-11’de de ilginç bir kurgu vardır: “O suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz”. Suyu indiren Allahsa, ölü memleketi dirilten kim? Kur’an’ı Allah gönderdiyse bu “biz” diyen kimler?
25- Allah mı şair? Muhammed mi?
79 ayetlik Rahman suresinin 31 ayeti aynıdır. ” Öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” ayeti sürekli tekrarlanmıştır. Benzer tekrarlara başka surelerde de rastlanır. Bu acaba Muhammed’in mi yoksa Allah’ın mı edebi özelliği, keyfiyetidir?
26- Kıyametin saatini Allah bilmiyor mu?
Füssilet-47. Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi ona (Allah’a) havale edilir. Anlaşılan melekler Allah’tan daha iyi biliyor herşeyi.
27- Allah kimin neye taptığını bilmiyor mu?
Sebe-40. O gün Allah, onların hepsini toplayacak; sonra meleklere: Size tapanlar bunlar mıydı? diyecek. 41. (Melekler) derler ki: “Seni eksikliklerden uzak tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu.”
28- Allah insan gibi yemin eder mi?
Naziat suresi de şöyle başlar: “(1) Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara and olsun, (2) Canları kolaylıkla alanlara and olsun, (3) Yüzüp yüzüp gidenlere and olsun, (4-5) Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere and olsun “.
Ayrıca Kur’an Allah’ın yeminleri ile doludur. Arapların çok yemin ettiği özelliği bilinir de Allah’ın bu kadar çok yemin etmesi anlaşılmaz. Yoksa bu yeminler Muhammed’in yeminleri midir?
29- Allah küfreder mi?
Enam-108’de “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.” denmesine rağmen;
Bakara-171, Araf-179, Furkan-44, Tevbe-28, Bakara-65, Maide-60, Cuma-5, Araf-176 da farklı inançlardakilere hayvan, eşek, köpek, domuz, pislik, maymun diye sövülmüştür.
30- Büyüyünce hayırsız evlat olacağı sanılan çocuğun öldürülmesi:
Kehf-80. ” Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden korktuk.”
Hiçbir suçu olmayan bir çocuğu, ilerde anne-babasına karşı kötü davranma ihtimali nedeniyle öldürmek ne derece haklı bir gerekçedir? Sanki bütün hayırlı anne-babaların hayırsız çocukları öldürülüyormuş gibi aktarılan bu maval doğru mudur?
31- Muhammed’in onca eşine ilaveten evlatlığının eşiyle evlenmesi:
Ahzap-37′ de hoşlandığı evlatlığının karısı Zeynep’le evlenebilmesi için, ahlaki bir adet olan evlatlığın öz evlat gibi görülmesi kuralının kaldırılması etik açıdan yanlış değil midir?
32- Allah’ın velisi var mı yok mu?
İsra-111. Ve de ki: “Övgü, allah’adır. O çocuk edinmemiştir, yönetimde ortağı ve zillettten ötürü de bir veliside yoktur.” O’nu alabildiğine Yücelt. Yunus-62. Uyan! Allah velilerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar!
33- Yaratan mı? Yaratanlar mı?
İhlas-1. De ki; O Allah bir tektir.
Saffat-125. Yaratanların en iyisini bırakıp da Ba’l’e mi taparsınız?
Yaratanların en iyisi Allah’sa diğer yaratanlar kim?
34- Allah yardıma muhtaç mıdır?
İhlas-2. Allah eksiksiz, sameddir (Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir )
Muhammed-7. Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.
35- Yer ve gök kaç günde yaratılmıştır?
6 günde : (Araf-54) (Yunus-3) (Hud-7) (Furkan-59) 8 günde : (Füssilet/ 9-12)
36- Kölelik evrensel mi?
Nahl-75. Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.
Kur’an’daki ayetler evrensel ise; İnsanlar arasında ayrım, köleliğin kaldırılmamış olması yanlış değil midir? Bu durumda kölelik kıyamete kadar meşrulaştırılmış olmuyor mu?
37- Kur’an’da neden sadece İsrail’e gönderilen peygamberler var?

Kur’an’da bildirilen peygamberlerin neredeyse tamamının Yahudi olması, her kavme peygamber gönderildiği belirtilmesine rağmen başka milletlerden tek örneğin olmaması nasıl açıklanabilir? “
Neden peygamberler hep aynı soydan?
124.000 peygamber” bir hadis uydurması olsa bile, peygamberlerin İbrahim’in soyundan olduğu iddiası büyük bir çelişkidir. Demek ki İbrahim’in soyundan olmayanlara peygamberlik verilmemiştir. İngilizler, Fransızlar, Japonlar, Türkler, Ruslar, Kızılderililer, zenciler İbrahim soyundan olmadığına göre her millete peygamberlik verildiği iddiası doğru olamaz. Olsaydı, bir tanesinin bile izi olmaz mıydı? Halbuki tümü Ortadoğu’dan ve Sami kökenli. Demek ki hepsi Sami uydurması..
38- Musevilere “Yahudi” denmesi:
Enam-146. Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık.
Kur’an’da Musevilerden Yahudi diye bahsediliyor. Halbuki o dönemde Yahudi olduğu halde Hristiyan olanlar çok. Madem ki “Hristiyan” yani “İsacı” diyor, “Musevi” yani “Musacı” da denebilirdi. Bu genelleme yanlıştır. Günümüzde de Yahudi olanlar içinde ateisti, dinsizi, Hristiyanı, müslümanı, Budisti vardır.
Ayrıca bir millete bir gıdanın yasaklanıp, diğer milletlere serbest bırakılmasının mantığı olabilir mi? Örneğin “Türklere balık yemeyi yasakladık” dense bu kabul edilebilir mi?
  1. İnananlar Muhammed’in kulu mu?
Zümer-10. Kul ya ıbadillezıne amenütteku rabbeküm lillezıne ahsenu fı hazihid dünya haseneh ve erdullahi vasiah innema yüveffes sabirune ecrahüm bi ğayri hısab
Ayet, “De ki ey inanan kullarım” ile başlıyor.
De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.’
Muhammed, inananlara “kullarım” diye sesleniyor. Bazı meal tahrifatçıları bu hatayı kamufle edebilmek için mealin başın “Bizim adımıza de ki” ya da “tarafımdan söyle” gibi ilaveler yapmışlar. Halbuki Arapçasında bunlar yok. Bazıları da “Kullarım” değil, “kullar” olarak çevirmiş.
Eğer Kur’an’ı Allah gönderseydi ayette Allah’ın “de ki” demeyip direk kendisinin söylemesi gerekirdi. Ya da “İnanan kullarıma de ki” şeklinde olmalıydı.
Aynı ifadeyi Zümer-53’de de görmekteyiz:
Zümer-53. De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
40- “Günah Çıkarma” Kur’an’da da var!
Tevbe-102. Onlardan (Münafıklardan) bir kısmı ise, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 103. Onların mallarından, onları günahlarından arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlara huzur verecektir. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
41- Meleklerden peygamber olur mu?
Muhammed’e inanmayanlar ” Elçi olarak bize bir melek gelmelsi gerekmez miydi” derler. Buna şu yanıt verilir:
İsra-95. De ki: “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”
Mantıklı. Dünyada insanlar yaşadığına göre melekten peygamber olmaz. Gelgelelim meğer öyle değilmiş. İsra-95’de melekten peygamber olamayacağı söylenirken; Bakın aşağıdaki ayette ne diyor:
Hac-75. Allah, meleklerden ve insanlardan peygamberler seçmiştir; şüphe yok ki Allah, duyar, görür.
42- Cehennemde sadece ne yenir? Zakkum mu? Darı dikeni mi? Yoksa kanlı irin mi?
Duhan/ 42-43-44. Doğrusu (cehennemde) günahkarların yiyeceği zakkum ağacıdır; karınlarda suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir.
Gasiye suresi 6. ayeti öyle demez.
Leyse lehüm ta’amün illa min dariy’ın.
Onlar için darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur.
Hakka-36. Ve lâ taâmun illâ min gıslîn
“Kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”
Zakkum ağacı ile darı dikeni çok farklı bitkiler olduğuna ve kanlı irinle de eş anlamlı olmadıklarına göre ayetler arasında çelişki mevcuttur.
  1. Dünya oyun ve eğlence yeri mi?
Duhan 38. Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Enbiya 16. Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
Enam 32. Dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
Muhammed 36. Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder kötülükten sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden bütün mallarınızı harcamanızı da istemez.
Duhan ve Enbiya suresinde dünyayı oyun ve eğlence olsun diye yaratmadığını söyleyen Allah, diğer iki surede tersine dünyanın oyun ve eğlence yeri olduğunu söylüyor. Bu, açıklanabilir bir çelişki değildir. Belli ki Muhammed’in zaman içinde fikri değişmiş ama daha önce ne yazdığını unutmuştur. Allah olsaydı, unutmaz ve böyle bir çelişkiye sebep olmazdı.
  1. Bebeğin sütten kesilme süresi kaça ay?
Lokman 14. Gerçi biz insana, anasına ve babasına itaati de tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. (Biz insana): «Bana, anana ve babana şükret» diye de tavsiye ettik. Dönüş, ancak banadır.
Ahkaf 15. Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: “Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım.”
Parantez içinde belirtilenlerle hamilelik döneminin katıldığını kabul ettiğimizde toplamda 30 değil, 33 ay yapar. Hamilelik 9 ay + Emzirme 24 ay = 33 ay. —- Allah 3 ay eksik mi söylemiştir, yoksa Allah2ın sözlüğünde “yaklaşık” sözcüğü mü yoktur acaba?!
  1. Önce Yer mi düzenlendi yoksa Gök mü?
Fussilet ve Bakara suresindeki ayetlere göre önce yer sonra gök.
Fussilet (9-10). De ki: “Siz mi yeri iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.
Fussilet (11-12). Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk.İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.
Bakara 29. O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
Gelgelelim Naziat suresinde durum tam tersidir:
Naziat (27-29). Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.
Naziat (30-33). Ondan sonra da yerküreyi döşedi. Kendiniz ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak üzere, yerden suyunu ve otlağını çıkardı ve dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi.
Bundan daha büyük bir çelişki olur mu? Allah, göğü mü önce düzenlediğini, yoksa yeri mi önce düzenlediğini birbirine karıştırır, bir ayette yer, başka ayette gök der mi? Böyle bir karışıklığı bir tanrı değil, bir insan yapar ancak..
  1. Allah insanların inanmasını mı ister inanmamasını . mı?
İsra 45-46. Kur’an okuduğunda, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz. Kur’an’ı anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur’an’da sadece Rabbinin birliğini andığın zaman arkalarına dönüp kaçarlar.
Meryem 83. Görmedin mi, biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar.
Bir insanın başlangıçta bir fikre, bir ideolojiye, bir dine inanmaması, ölene kadar inanmayacağı anlamına gelmez. Örneğin Muhammed’e de Mekke döneminde 300-400 kişi inanmış, diğerleri inanmamıştı. Ama 10 yıl sonra zorla ya da kendi isteğiyle onbinlerce insan inanmış oldu. Ömer bile ilk sıralar inanmamış hatta Muhammed’i öldürmeyi kafasına koymuştu. Halid Bin Velid Kureyşlilerin komutanıydı, Bedir ve Uhud Savaşlarında az müslüman öldürmemişti. Yani, en büyük düşmanlardan, Kur’an tabiriyle en büyük kafirlerden biriydi. Ama hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olmuştu. Ebu Süfyan, karısı ve hamza’nın ciğerini yiyen Hind, oğlu Muaviye, Hamza’yı öldüren ve ciğerini söken Vahşi ve daha bir yığın kafir, sonradan müslüman olmuşlardı. Ama ayetlere göre Allah, inanmayanların üzerine şeytanları gönderip kışkırtıyor ve onları daha fazla günaha, daha fazla kötülüğe zorluyor. Kur’an’ı anlamamaları için engeller koyuyor. Mantıklı olduğu söylenebilir mi?
B- KUR’AN’DAKİ BİLİMSEL ÇELİŞKİLER
1- Tarık Suresi 7. ayet:
(Bu su- meni) Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar.
Tıp, testislerden diyor.
2- Cennetin genişliği göklerle yer kadar mı?
Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. (Âli İmran Suresi-133)
Yer’den kastedilen dünya gezegeni olduğuna göre, dünya da uzayda diğer gök cisimlerinden bir olduğuna göre “gök ile yer kadar” demek anlamsız bir ifadedir. Hatta bu ifadeden yerin altta, uzayın ise üstte algılandığı anlaşılmaktadır.
3- Dünyanın 4 günde, göklerin ise 2 günde yaratılmış olması: (Füssilet/11-12)
  1. De ki: “Siz gerçekten yeri iki günde yaratanı inkar edip duracak mısınız? Birde O’na eşler mi koşuyorsunuz? O, bütün alemlerin Rabbidir.
  2. Hem ona üstünden ağır baskılar (dağlar) yaptı, onda bereketler meydana getirdi ve onda azıklarını dört gün içinde araştıranlar için bir düzeyde takdir buyurdu.
  3. Sonra göğe doğruldu da o bir duman iken ona ve yere: “İkiniz de ister istemez gelin!” dedi. İkisi de: “isteye isteye geldik.” dediler.
  4. Böylece onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu ve her gökte (bulunan meleklere) işlerine ait emrini vahyetti. Dünya gökyüzünü kandillerle donattık ve koruduk, işte bu, hep o çok güçlü ve herşeyi bilenin takdiridir.
4- Yerin göklerden önce yaratılmış-düzenlenmiş olması: Füssilet/10-12
5- Miras dağıtımındaki avl yöntemi gerektiren matematik hatası. (Nisa/10-12)
https://panteidar.wordpress.com/2009/10/27/kuranda-matematik-hatasi/
6- Güneşin kara çamurlu bir suya batması.
Sonunda güneşin battığı (mağrib) yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta (Garabe) buldu, yanında bir kavim gördü. (Kehf Suresi-86)
Ayetten; dünyayı göğün altında uçsuz bucaksız bir yer olarak gören ve göz yanılmasından dolayı güneşin dünyanın batısında bir çamur gözesine battığını sanan bir yanlış bilgiye sahip olunduğu anlaşılmaktadır.
7- Ortadoğuda yetişen Hurma, üzüm gibi meyvalardan bahsedilip batıda yetişenlerden hiç bahsedilmemesi.
Kur’an’da genelde tüm konular Ortadoğu’ya, Arabistan’a özgüdür. Örneğin yağmurdan, rüzgardan bahsedilir ama kardan, doludan, buzdan bahsedilmez. Hayvanlardan ve bitkilerden bahislerde de böyledir. Batıya özgü meyvalar hiç geçmez.
8- Kalbin beyin fonksiyonlarına sahip gösterilmesi.
Duygular, düşünceler, inançlar kalbin mi beynin mi fonksiyonları? Bakara/97-260-283, Kehf-28, Şuara-195
9- Ay’ın yarılması:
Kamer-1. Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
10- Gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın Allah’ın insanları korkutma ve cezalandırma aracı olduğu:
Rad/12-13. O, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları meydana getirendir. Gök gürlemesi O’na hamd ederek tespih eder. Melekler de O’nun korkusundan tespih ederler. O, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli olandır.
11- Her canlının çift yaratıldığı:
Zariyat-49. Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.
Her canlı çift değildir. Bakteriler, virüsler bölünerek çoğalırlar.
12- Rahman-14. Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı:
Halbuki benzer bir hayvanın dna’sı üzerinde yapacağı değişiklikle insanı yaratması daha bilimsel olmaz mıydı?
13- Kısasa Kısas:
Bakara-178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.
Kısas’ın çağdaş hukukta geçerliliği olabilir mi? Bu ayetle Kur’an’ın evrenselliğinden bahsedilebilir mi?
14- Denizin yarılması, ölünün diriltilmesi gibi bilim dışı sözde mucizeler.
15- Hayvanların 8 çift olması:
Zümer-6. Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah’tır. Hükümranlık O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O’nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
Sekiz çift hayvan az değil mi? Hangileri acaba? At, eşek, deve, koyun, keçi, öküz-inek, tavuk-horoz, hindi, ördek, tavşan, kuş, balık, kedi, köpek, balarısı… Aşağıdaki ayetlerde açıklanıyor hangileri olduğu:
Enam-143. Sekiz çift yarattı: Bir çift koyun, bir çift keçi. (…) Enam-144. Deveden bir çift sığırdan da. (…)
16- Yıldızların şeytanlar için atış tanesi olduğu:
Mülk-5. Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.
Kandille kastedilen yıldız. Ama sanki yıldızın ne olduğu bilinmiyor. Boyutları küçük sanılıyor. Hatta göktaşı ile karıştırılıyor. Güneş ile yıldızlar farklı düşünülüyor. Koca yıldız, belki de dünyanın yüzlerce misli büyüklüğünde, ama ayette şeytanlara atış tanesi olarak yapıldığını söylüyor. Sadece tek başına “yıldızların düşmesi” ifadesi bile yıldız’ın ne olduğunu bilenler için dinlerin uydurma olduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Çünkü Tevrat, incil ve Kur’an’da aynı büyük yanlışa düşülmüştür.
17- Savaşçı Melekler:
Al’i İmran/124-125. İnananlara: “Rabbinizin size gönderilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi?” diyordun. Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar de hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.
Savaşta müslümanlara melek ordusuyla destek veriliyormuş. Bugünlerde çok ihtiyaç var bu melek ordusuna ama Allah’tan tık yok, umursamıyor sanki.. Melek ordusu bilimdışı değil mi? Allah onun yerine müslümanları güçlü kılmış olsa daha doğru olmaz mı? 165. (Bedir de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musibet, (Uhud’da) kendi başınıza geldiği için mi “Bu nasıl oluyor!” dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
Galip gelinen savaşta melekler var, mağlup olunanda neden yardımcı olmamışlar acaba? Galibiyet meleklerden, mağlubiyet insanların hatasından mı? 18- Ay’ın nur olduğu:
Yunus-5. O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.
Ay’ın bir nur olmadığı sadece geceleri güneşten aldığı ışığı yansıttığı biliniyor.
19- Bir gecenin bir ömre bedel olması:
Kadir-3. Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır!
Sadece bir gece, bin aydan yani yaklaşık bir ömürden nasıl daha hayırlı olabilir?
20- Tatlı suda inci ve mercan yetiştiği:
Rahman suresi 19-22 ayetleri ile Furkan suresi 53. ayetinde geçen iki denizin birbirine salındığı-karıştırıldığı ama aralarında bir engel olduğunu yazan ayetlerde denizlerden birinin suyunun içilebilen tatlı su olduğu, diğerinin acı ve tuzlu su olduğu yazılıdır. Rahman-22’de her ikisinde de inci ve mercan yetiştirildiğini yazar. Halbuki tatlı suda inci ve mercan yetişmez. Suni olarak inci yetiştirilse bile mercan hiç yetişmez.
21- Göğün, yıldızların yere düşmesi:
Bilindiği gibi, dünya evrende bir toz tanesi kadar küçük bir gök cismi ve güneşin bir uydusu. Ama Kur’an’a sanki dünya altta, bütün yıldızlar üstteymiş ve Allah tutmasa yere düşermiş şeklinde yansıtılmış. Bu da Kur’an yazarının bilimsiz şartlarda yetişen bir insan olduğunu gösteriyor.
Hac 65. Görmüyor musun ki, Allah bütün yerdekileri ve emri uyarınca denizde akıp gitmekte olan gemileri sizin hizmetinize vermiştir. İzni olmaksızın yerin üzerine düşmesin diye göğü O tutuyor. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.
22- Dünyanın düz olduğu:
Kur’an’ın yer ve gök ayetlerindeki ifadelerinden yeri uçsuz bucaksız düz bir alan, göğü ise yerin üzerinde bir kubbe olarak düşündüğü net olarak anlaşılır. Örneğin “Cennetin genişliği göklerle yer kadardır” ifadesi, yerin bir gök cismi olmadığının sanıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Sanki bir uçta yer diğer uçta 7. gök varmış gibi düşünülmektedir. Ayrıca Fussilet suresinde yerin ayrı göğün ayrı yaratıldığı ifadeleri de bunu göstermektedir.
Bundan çok daha net olarak Şems suresi 6. ayetinde düzlenmiş olan yere yemin edilir. Ancak bu ayet mealciler tarafından tahrif edilerek yayılıp döşenmiş olarak çevrilmiştir.
Şems 6. Vel ardı ve mâ tahâhâ. — Ve yere ve onu düzleyene.
taha düzlemek demektir, tahiv kökünden düzgün sözcüğünden gelir. Elmalılı tefsirinde belirtilmiştir. Haznevi tefsirinde de 6- Yer´e ve onu düzeltene, şeklinde çevrilmiştir.

C- KUR’AN İLE TEVRAT ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER
1- İbrahim’in babasının adı; Tevrat’a göre Tarah, Kur’an’a göre Azer.
2- İbrahim’in kurban etmek istediği oğlu; Tevrat’a göre İshak, Kur’an’a göre İsmail.
3- İsmail Tevrat’a göre peygamber değil, Kur’an’a gore peygamber.
4- Süleyman; Tevrat’a göre kral, Kur’ana göre peygamber.
5- Davud; Tevrat’a göre kral, Kur’ana göre peygamber.
6- Cennette Havva’yı aldatan Tevrat’ta yılan, Kur’an’da şeytan.
7- Tufan Tevrat’a göre tüm dünyaya, Kur’ana göre sadece Nuh’un kavmine.
8- Nuh’un gemisi; Tevrat’a göre Ararat dağına, Kur’an’a göre Cudi dağına.
9- Haman; Tevrat’ta Pers kralının yardımcısı, Kur’ana göre firavunun taş ustası.
10- Tanrının adı; Tevrat’ta YHWH, Kur’an’da Allah.
11- Tevrat’a göre insan, tanrının suretinde yaratılmıştır. Yani tanrı, insanın en mükemmel halidir. Ama Kur’an’a göre Allah’ın eşi-benzeri yoktur.
12- Putlara tapmadığı için ateşe atılan; Tevrat’ta 3 Yahudi, Kur’an’da İbrahim.
13- İmran; Tevrat’a göre Musa’nın babası, Kur’an’a göre İsa’nın dedesi.
14- Savaşa giderken, dizlerinin üzerine çökerek su içen askerlerin komutanı Tevrat’a göre Gideon, Kur’an’a göre Talut.
15- Deve eti Tevrat’ta haram, Kur’an’da helal.
Yahudiler Muhammed’e gelip; ” Sen İbrahim’in tevhid dinini getirdiğini söylüyorsun ama o senin gibi deve eti yemezdi, çünkü haramdı.” derler. Bunun üzerine gelen ayette şöyle der:
Ali İmran-93. Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in (Yakub’un) kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat’ı getirip okuyun.”
Tevrat’ı okuduğumuzda devenin yasak edilmiş olduğunu görmekteyiz:
Levilile 11:4-24. Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.
Bu durumda deve daha sonra temiz ve eti yenebilir hale evrimleştirilip mi helal kılınmıştır? Yoksa zaten temiz ve helaldi de Tevrat mı tahrif edilmiştir? Sebebi Kur’an’da belirtilir:
Enam-146. Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veya bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını (yine) onlara haram kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.
Dünya halklarından sadece Yahudilere konan bir yasakmış!!
D- KUR’AN İLE İNCİL ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER
1- İsa bebekken, İncil’e göre mucize göstermemiş, Kur’an’a göre göstermiştir. Konuşmuş ve peygamber olduğunu söylemiştir.
2- İsa, İncil’e göre çarmıha gerilmiştir. Kur’an’a göre çarmıha gerilen İsa değil, İsa’ya benzeyen başka biridir.
3- Kur’an’a göre İncil’de Ahmet’den bahseder, İncil’de Ahmet ismi geçmez.
4- Şeytan, İncil’e göre melek, Kur’an’a göre cindir.
5- Şeytan, İncil’e göre Tanrı ile aynı mertebeye ulaşmak istediği için, Kur’an’a göre ise Adem’e secde etmediği için lanetlenmiştir.
6- İncil’e göre iyilikler Tanrıdan kötülük şeytandan, Kur’an’a göre hayır da şer de Allah’tandır.
7- İncil’de bir aziz olarak geçen Yahya’nın babası Zekeriya, Kur’an’da peygamber olarak geçer. Buna karşın Tevrat’taki Zekeriya peygamberden hiç bahsedilmez. Yani Kur’an’da Meryem’ler karıştırıldığı gibi, Zekeriya’lar da karıştırılmıştır
submitted by karizma_huso to KGBTR [link] [comments]

İgnostisizm (İgnostik ateist) açıklaması

İgnostisizm, tanrının varlığına dair bir argümanda, belirsizlik veya kanıtlanamazlık olduğu sürece, bahsedilen tanrının varlığı üzerine tartışmanın veya kafa yormanın anlamsız olduğunu düşünür.
Mesela "Tanrı evrendir ve bizi sever." gibi bir argüman üzerine tartışmanın bir anlamı yoktur, çünkü tanrının tanımı belirsizce yapılmıştır, ve bahsedilen tanrının varlığı veya yokluğu hiçbir şeyi değiştirmez.
Ancak, "Tanrı vardır ve evreni toplam 9 gigametre büyüklüğünde yaratmıştır." üstüne tartışılması daha anlamlı bir argümandır, çünkü iddia edilen şeyin tersi kanıtlanabilmektedir.
EDIT: İgnostisizm teriminin bazı durumlarda "Theological Noncognitivism"le aynı anlama geldiğinin savunulduğunu öğrendim. "Theological Noncognitivism", anladığım kadarıyla genel olarak "Tanrı" tanımının belirsiz olduğunu ve üstüne tartışmanın anlamsız olduğunu savunuyor. Benim yukarıda bahsettiğim ignostisizm tanımında, duruş tanrı tanımlarına göre değişiyor.
submitted by CaptainSkuxx to AteistTurk [link] [comments]

Vesayet Nedir, Nasıl Kurulur, Niçin Çöker?

Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek link
-1-
Vesayet kelimesinin Türkiye’de ilginç bir hikayesi oldu. Bu kavramın popüler hale gelmesi, 28 Şubat süreciyle başladı ve birçok insan, sadece Türkiye’ye özgü bir durumu tespit etmek için ortaya atılmış bir kavram olduğunu düşündü. Oysa Alexis de Tocqueville’in 1830’larda dile getirdiği yumuşak despotism (soft despotism) veya yumuşak tiranlık (soft tyranny) ve Walter Lippmann’ın 1920li yıllarda geliştirdiği kılavuzlu demokrasi (guided democracy) kavramları vesayetçilik teriminin ön adımlarını oluşturur. Vesayetçi demokrasi (tutelary democracy) nitelemesi ilk defa 1960 senesinde Seymour Lipset tarafından bir akademik çalışmada “kılavuzlu demokrasi” ile eş anlamda kullanılmıştır. Aynı yıl Shils bu kavramı daha da detaylandırmış ve vesayetçi demokrasiyi, liberal demokrasilerden ve oligarşilerden ayıran özelliklerin altını çizmiştir. Bu sayede kavramın genel karakterini de ortaya koymayı başarmıştır. Buna göre, henüz siyasi bir toplum olma yetisine sahip olmayan ülkelerde, bir elitin etkin ve istikrarlı bir yönetimi, iktisadi kalkınmayı ve toplumsal gelişimi sürdürmek için sivil kurumlara, hükümete ve kamusal özgürlüklere müdahale etme yetkisini üzerine alır. Bunun sebebi, mevcut şartların demokratik bir rejim kurmak için müsait olmadığını düşünmeleridir. Yani, kendisine siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda istikrar ve ilerlemeyi tesis etmekle yükümlü gören elitin, demokrasiye karşı olduklarını söylemek abartılı olur. Onlar demokrasiye inanırlar ancak, inandıkları demokrasinin var olabilmesi için gerekli koşulları yaratmak için bir modernleşme projesi ortaya koyarlar. Bunu bir altyapı hizmeti olarak görür, denetimden azade olan siyasal demokrasinin istikrarsız bir hükümet, iktisadi geri kalmışlık ve sosyal yozlaşmayı beraberinde getireceğini düşünürler.
Shils’e göre, vesayetçi demokrasinin alameti farikası yasama organının zayıflatılmış olmasıdır. Parlamento daha çok tartışmaların yapıldığı ancak yürütme üzerinde etkili olamayan bir kurumdur. Ne var ki, bu bir oligarşinin olduğu anlamına gelmez. Vesayetçi demokrasiyi oligarşiden ayıran en temel özellik hukukun üstünlüğü ilkesine olan bağlılığıdır. Bunun anlamı, sistemin vasilerinin ayrıcalıklı bir sınıf yaratmak gibi bir amaçlarının olmaması ve kamu düzenini sağlamayı daha fazla önemsemeleridir. Bu durum aslında, vesayetçi demokrasilerin devlet kapasiteleri ve kurumlarının otonomisi açısından önemlidir. Çünkü keyfi bir rejimden ziyade daha kurallı ve sistemli bir yönetim biçimi oluşturmak amaçlanır. Vesayet, kendi meşruluğunu ortadan kaldıracak adımlar atmak istemez. Onun bir amacı vardır. Henüz siyasi demokrasiye hazır olmayan ulus, bu kutlu güne hazırlanmalıdır ve er ya da geç mukadder olan demokratik geleceğin alt yapısı şimdiden kurulmalıdır.
Bu kurumsallık arzusu, elbette ki vesayet elitinin de kendi içinde disiplinli olmasını elzem kılar. Etkin bir vesayet, kendi içinde bütünlüğü sağlamayı başarmış ve istikrarlı bir elit yapısı gerektirir. Bu bir zarurettir çünkü vesayetin asıl argümanı demokrasinin mevcut koşullarda istikrarsızlık üreteceği üzerine kuruludur. Dolayısıyla, vesayetin olabildiğince tutarlı, sabit ve istikrarlı oluşu demokrasinin kaotik, öngörülemez ve savruk karakterinin zıttı olarak kendisini tanımlar. Hatta kendisini bu şekilde var eder.
Bu özellikleri açısından ele alındığında, vesayetçi demokrasi kavramına, Türkiye’deki rejimi açıklamak için başvuranlar pek de haksız gözükmüyor. Zira, 1961 Anayasası ile kurulan Milli Güvenlik Kurulu, Ümit Cizre’nin tabiriyle bir nevi “gölge kabine” olarak hareket ediyordu. Bu kurul anayasal bir statüye sahipti ve milli güvenlik ile ilgili konularda hükümet ile istişarelerde bulunma görevi atfedilmişti. Ne var ki, bu istişare toplantılarının taslağı Milli Güvenlik Kurulu’nun asker olan genel sekreteri tarafından hazırlanıyor, sivil hükümete sunuluyor ve kusursuz bir uyum bekleniyordu. Kurul kararları ise parlamento denetiminin dışında bırakılmıştı. Yine Cizre’nin işaret ettiği gibi, birçok konu milli güvenlik ile ilişkilendirilebildiği için, Türk Silahlı Kuvvetleri eğitimden, ekonomiye, medyadan yargıya birçok alanda hükümet politikalarını ve siyasetin aktörlerinin tavrını belirleyebiliyordu.
Bu noktada Schmitt’i anmakta fayda var. “Egemen istisnaya karar verendir” diyor. Bu istisnanın belirlenme süreci ulusal güvenlik ile açıklanıyordu Türkiye’de. Yani ordu, güvenlik tehditlerini belirliyor ve bu tehditlerle nasıl baş edileceğinin yolunu gösteriyordu. Bunun anlamı şuydu: siyasi partiler ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, MGK tarafından belirlenen milli güvenlik çerçevesinin içinde kaldıkları sürece meşru ve makbul olarak kabul ediliyordu. Bu çerçevenin dışında kalanlar, yani istisnalar ise bir şekilde siyasi sistemin dışına itiliyordu. Bu noktada, istisnaya karar verme kudretinin normali sağlama yükümlülüğünün olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Yani normali işaret eden alan, kurallı ve düzenli olmak zorundadır. Bu yüzden, MGK vesayeti altında, onun milli güvenlik paradigmasını kabul eden siyasi partiler arasında adil bir rekabet yaşanmıştır. Bu partilerin hiçbir tanesi kendini vesayet ile özdeşleştirip diğer aktörleri sistem dışına itme becerisini gösterememiştir. Mesela Demokratik Sol Parti ile Doğru Yol Partisi arasında veya Cumhuriyet Halk Partisi ile Anavatan Partisi arasında vesayetin sahibi açısından bir fark yoktur. Hemen hepsi MGK tarafından sunulan ulusal güvenlik çerçevesi ile uyum halindedir. Rekabetin adil olmayan tarafı meşru partiler ile gayri meşru partiler arasında yaşanmıştır. 90’lı yıllar boyunca şahit olduğumuz, İslamcı ve Kürt partilerinin kapatılması, siyaset alanlarının sürekli olarak taciz edilmesi bu adaletsizliği gösterir. Böylece adil demokratik rekabet hem var olmuştur hem de hiç olmamıştır.
Vesayetçi demokraside sivil otoriterlik veya popülist otoriterlik tehlikeleri yoktur. Yani yarışmacı aktörlerden bir tanesinin diğerlerini sindirmesi veya onları gayri meşru ilan edecek normların çerçevesini çizme yetkisi yoktur. Bu hak vasi olan kuruma bahşedilmiştir. Onun meşru kabul ettiği partiler iktidara gelseler dahi kendilerine bırakılan dar alanda oynamaya mecbur edilmiştir. İstisnai olarak kabul edilen partilerin ise bu dar alanda oynama hakları dahi yoktur. Sistemin dışına itilirler çünkü onlar, çizilen sınırlar içinde iktidar mücadelesi yapan partiler olarak görülmezler. Bu partiler, vesayet kurumunun sınırlarını eleştirirler, asıl dertleri bu sınırların değişmesidir. Bu yüzden rakipleri de diğer siyasi partiler değil vesayetin ta kendisidir. Vesayet ise kendisini koruma refleksiyle hareket eder.
-2-
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği dönemde, Türk siyasetinin üzerinde hala 28 Şubat’ın gölgesi dururken, birçok akademisyen ve entelektüel ülkedeki rejim şeklini vesayetçi demokrasi olarak tanımlamaya başladı. Onların muradı, liberal demokrasiye geçmekti. Bunun için de öncelikli olarak vesayetçi anlayışın son bulması gerekiyordu. Mamafih, vesayetin yıkılması sürecinin kendisi liberal demokrasi özleminden daha ilgi çekici hale geldi. Zira, liberal demokrasinin bir anda ortaya çıkmayacağı, onu inşa edecek bir programın uygulanması gerektiği ve vesayetin yokluğunun kendiliğinden bir liberal demokrasi üretmeyeceği pek popüler bir görüş değildi bu yıllarda. Gerek AKP hükümeti gerekse onu destekleyenler, bütün enerjilerini vesayeti yıkacak politikalara odaklanmaya harcadılar. Talihsiz bir şekilde, liberal demokrasiyi inşa edecek bir programdan bahsetmek yerine AKP’li politikacıların ve AKP’ye oy veren seçmen kitlesinin ferasetine güvenmeyi seçtiler. Naif olan şuydu ki, vesayetçi sistemi yıkacak kadar güçlenmesini destekledikleri AKP’nin vesayeti ortadan kaldırdıktan sonra elde ettiği gücü kendi isteğiyle bırakacağına, demokratik kurumlar inşa edeceğine ve gücü bu kurumlar ile paylaşacağına inandılar.
Geçtiğimiz 20 sene içerisinde, MGK’ya yaslanan vesayet sisteminin büyük bir gürültüyle çöküşüne tanık olduk. Shils’in bahsettiği, vesayet kurumunun kendi içinde disiplinli ve yekpare olma zorunluluğu artık hükmünü yitiriyordu. Silahlı kuvvetler içinde bir bölünmenin olduğu açıktı. Fetullahçı subaylar ordu içerisinde etkinliklerini arttırmak için hükümet ile iş birliği yapıyor, TSK içinde düzenlenen gizli seminerler dışarıya sızıyor ve birkaç gün içinde ulusal medyanın gündemine geliyordu. Böylece vesayet kurumunun kendi içinde bir disiplin sorunu yaşadığı da açığa çıkıyordu. Bununla birlikte, tanımlanan istisnanın aslında küçük bir azınlık olmadığı, istisnayı işaretlemek için kullanılan milli güvenlik çerçevesinin birçok toplum kesiminde mağduriyet yarattığı ortaya çıktı. AKP’nin 2002 senesinde aldığı oy, insanların siyaset kurumunun kendi sorunlarının çözümüne katkı sunabileceğine dair bir inancın yansımasıydı. Böylece, vesayetin alternatifi olarak siyasetin pragmatik yüzü imdada çağrılıyordu. Henüz erişkin görülmeyen, bu yüzden de seçtikleri temsilcilere itimat edilmeyen ve politika alanı bırakılmayan toplum, vesayetin kendi gündelik hayat problemlerine çözüm bulma konusunda yetersiz olduğunu düşünmüş olmalı ki yaratıcı siyasi önerilere kapı araladı. Böylece AKP’nin varoluşu, statik vesayete karşı dinamik siyaset karşıtlığı üzerine konumlandı. Bu konumlanış seçmen nezdinde yeteri kadar cezbediciydi. Son olarak, vesayet ile uyumlu olma zorunluluğu, siyasi partileri ordunun orduyu da siyasi partilerin başarısızlığının ortağı haline getirdi. Mesela 2001 senesinde yaşanan ekonomik kriz, iktidardaki siyasi partilerin değil topyekûn rejimin bir başarısızlığı olarak değerlendirildi. Benzer şekilde, 28 Şubat sürecinde ordunun muhafazakâr toplum kesimlerini tedirgin eden tavrı, siyasi partilerin de benzer bir pozisyonda değerlendirilmesini beraberinde getirdi. Not etmek gerekir ki, AKP eliti ve bu partiye ona devrimci bir parti muamelesi yapan entelektüeller bu algıyı yeterince sömürdü.
Bu süreç yaşanırken, akıllara pek gelmeyen bir şey vardı: Bir devlet olgusunun var olduğu. Yani şahıslardan azade bir kurallar setinin yürütme organının üzerinde konumlandığı ve onu ram ettiği her sistem iyi kötü bir vesayet unsuru barındırır. Otoriter ülkelerde bu oligarşiyi disiplin altına alan parti ilkeleri olabilir, cunta rejimlerinde cunta üyelerinin üzerinde mutabık kaldığı program olabilir, teokrasilerde din adamlarının oluşturduğu konseyler olabilir. Bu ülkelerde vesayet demokratik rekabete neredeyse yer bırakmayacak şekilde geniş tanımlanmış ve topluma yön verilmesi, himaye edilmesi ve kutsal bir hedefe doğru ilerleyebilmesi için yetiştirilmesi gereken bir varlıkmış gibi muamele edilir. Ancak; günün sonunda vesayet, rejimin kişiselleşmesine ve keyfi bir yönetime sürüklenmesine mâni olan fren görevi görür. Yani devletin öngörülemez bir sultanistik rejime dönüşmesini engeller. Öte yandan, demokratik alanın olabildiğince rekabete açık ve renkli olduğu ülkelerin de rekabet alanını sınırlandıran, normal ile istisnayı birbirinden ayırt eden kuralları ve kurumları olduğunu söylemeliyiz. Her ne kadar liberal demokrasi savunucuları bu kural ve kurumların siyaset üstü olduğunu iddia etse de anayasa metni ve bu anayasayı koruyan kurumlar netice itibariyle siyasi bir karakter taşır: Kendisini yok etmek isteyenlere karşı haklı bir reaksiyon gösterir. Bu reaksiyon, siyaset alanının daraltılması ile sonuçlanmamış olsa da bunun sebebi liberal demokrasinin hamiyetperverliğinden ziyade, ona yönelik tehditlerin tehlike arz edecek kadar büyük olmamasıdır. Ancak pratikten yoksun olmak, demokratik rejimlerin siyasi rekabet üzerinde bir vesayet unsuruna sahip olmadığı anlamına gelmez. Özellikle popülizmin ve aşırı sağın yükselişi ile birlikte, liberal demokrasinin siyaset dışı mekanizmalara ne denli ihtiyacı olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu noktada Kelsen’in “hukuk devleti” kavramına yaptığı itiraz akıllara gelmeli. O, bu terimin bir anlam bozukluğuna işaret ettiğini söyler. Devlet zaten bir hukuka sahip olma özelliğine sahip olduğu için devlettir. Bu hukuk ise yönetimdeki kişilerin keyfi iradesinden neşet etmez. Aksine, özellikle onları da bağlayan bir niteliğe sahiptir. Benzer şekilde Weber’in; modern devleti açıklarken, kişilerin karizmasının veya geleneklerin üzerine kurulan otorite tiplerinin yerine yasal/rasyonel otorite modelini ikame etmesini de düşünebiliriz. Böylece yasaların bir rasyonaliteden türediği ve bu yasaların nihai egemen olduğu, uygulayıcıların da bu yüzden kişiler yerine yasalara bağlı oldukları modern devletten bahsedebiliriz. Bu sayede, rejim tipinden bağımsız, yöneticileri de bağlayan soyut bir devletten ve onun kurumlar vasıtasıyla somutlaşan cüssesinden söz etmiş oluruz.
Kabul edelim ki, bu modern devlet Türkiye’de bir monark ailesinin, oligarşik bir partinin, din alimleri şurasının, ihtilalci bir cuntanın, anayasa mahkemesinin veya bağımsız mahkemelerin vesayeti altında ortaya çıkmadı. Kanunun rasyonalitesine karar veren ve o kanunun egemenliğini sağlayan kurum uzun seneler boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. Zaten TSK’nın vasi rolü ortadan kalkınca (ki bu mukadder olandı) yerine, bizlere modern devleti andıran bir vesayet mekanizması ikame edilemedi. Vesayetçi demokrasinin sona ermesi, bu yüzden hem modern devleti hem de var olan demokratik pratikleri ciddi anlamda aşındırdı.
-3-
Türkiye’de ordunun terk ettiği vesayet alanını doldurmaya yönelik ilk teşebbüs Fetullahçılardan geldi ve başarısız oldu. Aslında mukadder bir başarısızlıktı çünkü vesayeti kuran aktörün, elinde bulundurduğu gücün ötesinde muhakkak bir meşruluk zeminine sahip olması gerekir. Türk Silahlı Kuvvetleri önce Kurtuluş Savaşı, ardından sivil otoriterliğe karşı cumhuriyet ve demokrasiyi savunmak, ardından aşırı sağ ve aşırı sol grupların birbirleriyle olan çatışması sonucu kaybolan kamu otoritesini ve düzeni yeniden tesis etmek, Kürt ayrılıkçılığıyla mücadele etmek ve laikliği yükselen İslamcılığa karşı korumak gibi misyonları üstlendi ve meşruluğunu toplumun düzen ve güvenlik ihtiyacına dayandırmayı başardı. Bu yüzden, dini bir cemaatin siyasi manevraların yardımıyla bürokrasiye sızarak (veya sızdırılarak) ele geçirdiği güç ile siyasi partileri terbiye etmeye çalışması ciddi bir meşruluk sorunu yaşadı.
Fakat, Fetullahçıların girişimlerinin akamete uğraması, yapmaya kalkıştıkları darbenin halkın yardımıyla önlenmesi yeni bir vesayetin kapısını araladı. Üstelik, 7 Haziran’da yapılan genel seçimlerde hezimet yaşayan AKP’nin, Kürt sorununu yeniden güvenlikçi bir dil ile ele alması, PKK’nın ateşkese son vererek terör saldırılarını yeniden başlatması, terör ve güvenlik meselelerinin ülkenin çözülmesi gereken acil sorunları listesinin zirvesine oturttu. Böylece, AKP hükümetinin uygulamaları, milli güvenlik adına eyleyen bir aktörün elinden çıktığı için kamusal tartışmaya kapandı ve hikmet-i hükûmet anlayışı hızla hâkim oldu.
Ancak hükümete verilen yetkilerin ilanihaye devam ettirilemeyeceği, yakın ve sıcak güvenlik tehditlerinin sürekli olarak diri tutulamayacağı için bu teyakkuz psikolojisi bir vesayetten çok ancak ara dönem yaratabilirdi. Bu ara dönemin kurumsallaşması, yani vesayetin kuruluşu, Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı başkanlık sistemi çağrısı ile başladı. Uzun yıllardır, Tayyip Erdoğan’ın arzulamasına rağmen bir türlü başaramadığı Türk usûlü başkanlık sistemi, Devlet Bahçeli tarafından altın tepside sunuldu ve vesayetin ilk adımı atıldı. Bu hamlesiyle Bahçeli, Erdoğan ile olan ilişkisini sağlamlaştırdı ve başkan seçilmenin şartı olan %50+1 sınırını geçebilmesini kendisine bağımlı kıldı. Bunun karşılığında Devlet Bahçeli hiçbir siyasi pazarlık içerisine girmiyor, kabinede koltuk talep etmiyor adeta siyasetin dünyevi hırslarından arınmış bir izlenim veriyordu. Birçok vatandaş Bahçeli’nin niçin bu denli cömert davrandığını anlayamazken o, Erdoğan’ın menfaatine hizmet eden öneriler sunmanın ve hükümeti hemen hemen her konuda desteklemenin basit bir siyasi kazanım hesabı olmadığını, bir memleket meselesi olduğunu ısrarla vurguluyordu. Ne var ki, Bahçeli’nin bu politikası onun idealizminin değil pragmatizminin sonucuydu. Reddettiği dünyevi basitlikler, onu siyaseten dünyevi makamların en tepesine taşıdı. Başkanlık sistemini bir milli güvenlik mecburiyeti olduğunu savunan ve bu sayede Erdoğan ile ilişkilerini geliştirmeyi beceren Bahçeli, ilerleyen dönemde milli güvenliğin sınırlarını belirleyen aktör olma mertebesine de erişti. Bu mertebe, Erdoğan’ın eylemlerini milli güvenlik adına meşrulaştırmasına ve Erdoğan’ın rakiplerini milli güvenliğe yönelmiş tehditler olarak tanımlamasına izin veriyordu. Böylece Bahçeli, bir dönem Milli Güvenlik Kurulu’nun bulunduğu konumu sahiplendi ve bunu, Erdoğan’ın gönlünden geçen tek adam rejimine geçişin bir milli güvenlik meselesi olduğunu iddia ederek başardı.
Tek adam rejiminin milli güvenlik söylemi sayesinde kurulması, haliyle sistemdeki bütün siyasi partiler için bir kabusa dönüştü. Artık hükümetin, sadece Fetullahçılar ve PKK ile mücadelede değil, hayatın çeşitli alanlarında izlediği bütün politikalar bir millî güvenlik zırhına sarılmaya başlandı. Mesela, ekonomik alanda başarısız olan hükümeti eleştirmek Türkiye’nin yükselişinden tedirgin olduğu için finansal operasyonlarla Türkiye’ye diz çöktürmek isteyen yabancı devletlerin maşası olmak anlamına geliyordu. Hak ve özgürlüklerden bahsetmek terör örgütlerine hizmet, üniversitelere yapılan rektör atamalarını eleştirenler küresel bir komplonun yerli işbirlikçileri olarak yaftalanıyordu. Bu muhalefet partilerinin siyaset yapma alanını sınırlandırdığı gibi, iktidardaki partilerin de seçimleri kazanmak için politika yapma, yaratıcı çözümler önerme ve etkili siyasal iletişim kampanyaları yapmalarını da gereksiz kıldı. Mesela, AKP’nin 2018 seçimleriyle birlikte parlamentoya taşıdığı milletvekili profili oldukça zayıfladı. Bu isimlerin yaptıkları gaflar, toplumun gündeminden uzak konuşmalar ve kendilerini sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duydukları sınırsız sadakat ile var edebilmeleri, başkanlık sisteminin hükümet partilerinin özerkliğini ve kurumsallığını nasıl tezyif ettiğini göstermek için yeterlidir.
Ne var ki, terör ve güvenlik konuları gündemden düştükçe, başkanlık sisteminin yönetim kapasitesi üzerindeki olumsuz etkileri ekonomiden eğitime, dış politikadan sağlığa kadar birçok alanda kendini gösterdi. Bu tip kriz durumlarında, vesayetin bir diğer aktörünün devreye girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başkanlık sistemi ile birlikte, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bürokratik sistemin tartışmasız en öne çıkan kurumu oldu. Kurum, aslında bir akademisyen olan Fahrettin Altun yönetimine bırakıldı ve Altun, iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi, aynı anda hem post-modernizm literatüründen hem de siyasi gerçekçilikten esinlenerek yorumladı. Diğer bir ifadeyle hem Edward Said hem Machiavelli onun stratejisinde aynı anda var oldu. Altun bir yandan, bilginin objektif olamayacağını ve mutlaka iktidar ilişkilerini yansıttığını iddia etti. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı hakkındaki eleştirel yazı ve haberler aslında hakikate ulaşma amacı taşımıyor, alternatif iktidar odaklarının siyasi hedeflerine ulaşmasına yardım ediyordu. Altun tartışmayı bu noktada bırakmadı ve hızlı bir şekilde Machiavelli’ye geçiş yaptı. Buna göre; eğer medyadaki, sivil toplumdaki ve akademideki alternatif görüşler, bir hakikat arayışından çok siyasi bir ajandaya hizmet ediyorsa, bunu Cumhurbaşkanı hakkındaki bilgileri üreterek yapmakta, yani Cumhurbaşkanı’nın gerçekliğini tahrif etmektedirler. İletişim Başkanı’nın görevi ise, Cumhurbaşkanı hakkındaki bilginin eksiksiz bir şekilde halka ulaşmasını sağlamak olduğundan, alternatif seslerin susturulması bir baskıdan çok gerçeğin doğru anlaşılması için atılan mecburi bir adımdır. Altun’un bu yaklaşımı, siyasi iktidar sahibinin, yani Cumhurbaşkanının, elindeki iktidarı bilgi üretmek için kullanmadığını iddia edecek kadar tutarsız değildir. Bunun yerine, iktidarlar arası bir hiyerarşi kurar ve bilgi üretme hakkını en güçlüye, güç hiyerarşisinin en tepesindeki aktöre verir. Bilgiyi üretmek onun hakkıdır ve bunu yaparken, daha güçsüz iktidar odaklarının bilgi üretme teşebbüslerini askıya almak bu hakkın doğal bir sonucudur.
Bu anlayış, kaçınılmaz olarak siyasi iktidarın bilginin üretimi ve yayılması üzerinde mutlak bir egemenlik sahibi olmasını gerektirir. Hakikatin ne olduğundan ziyade hakikat iddiasının neye hizmet ettiği önemli olandır. Dolayısıyla, iktidarı tehdit edebilecek bir hakikat aslında yoktur çünkü hakikat denen şey aslında hiç var olmamıştır. Gücün kendisinden başka bir gerçek yoktur ve gerçek, güce ram olmak zorundadır. Bu uğurda; medya, sivil toplum ve akademi kontrol altına alınır ve vatandaşın maruz kalacağı bilgi bir süzgeçten geçer. Bu süzgeçten arta kalanlar, neredeyse tamamı hükümet kontrolünde olan yayın organları tarafından hızla yayılır. Böylece, Cumhurbaşkanı’nın yönetim konusunda gösterdiği hiçbir zafiyet kamusal tartışmanın bir konusu haline gelemez. Vatandaşlar bir illüzyon içerisinde tutulur ve onlara Cumhurbaşkanı hakkındaki bilgiler tam ve eksiksiz olarak ulaştırılır. Böylece vatandaş iktidara olan sevgisini giderek artan bir radikallikle muhafaza eder. Zira, İletişim Başkanlığı’nın ortaya koyduğu anlayış, hiçbir ekonomik problemin, insan hakları ihlallerinin, eğitim sistemindeki aksaklıkların, dış politikadaki hezimetlerin vatandaş tarafından algılanmaması üzerine kuruludur. Bununla birlikte, muhalif aktörler de bu medya gücü sayesinde keyfi bir şekilde tanımlanır, kimliklendirilir ve vatandaşa sunulur. Böylece, vesayetin popüler halk desteği muhafaza edilir.
Bütün bu çabalara rağmen iktisadi vaziyetin kötüye gitmesi kurulan vesayetin en zayıf noktası oldu. Benimsenen güvenlikçi dil, halkı mobilize etmek için formüle edilen lümpen milliyetçilik, kendi kişiliğini ispat etmek için sürekli etrafındakilerle tartışan ergenlik çağındaki bir insanı andıran dış politika ve iktisadi rasyonaliteden yoksun bir ekonomi yönetimi, Türkiye’yi son 5 senede ciddi biçimde fakirleştirdi. Türk lirası hızla değer kaybetti, yabancı yatırımlar durdu, işsizlik arttı, enflasyon yükseldi ve milli gelir düştü. Bunlar, vesayeti ayakta tutan güvenlikçi yaklaşımın Türkiye’yi akılcı bir politika izlemekten alıkoyması sonucunda oldu. Batı ülkeleriyle yaşanan bitmek tükenmek bilmeyen krizler, Türkiye’nin öngörülemez ve riskli bir ülke olarak tanımlanmasını beraberinde getirdi. Böylece, ülkenin finansman ihtiyacını karşılaması gitgide zorlaştı. Bu noktada, Vatan Partisi devreye girdi ve vesayetin hem diplomatik izolasyonunu hem de ekonomik sıkıntılarını Avrasya’nın önde gelen iki aktörü Rusya ve Çin vasıtasıyla çözmesine yardım etti. Bu rolü sayesinde, Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, aldığı oyun fersah fersah üzerinde bir etkiye sahip oldu. Böylece vesayet kendisini devam ettirirken Rusya ve Çin gibi aktörlerin dış desteğine yaslanabildi.
-4-
Bu resim bize; milli güvenlik, tek adam rejimi, medya üzerinde kontrol ve Avrasya devletleriyle yakın ilişkiler gibi kavramlara değerek açıklayabildiğimiz bir vesayet mekanizması olduğunu söylüyor. Üstelik bu vesayet mekanizması, demokrasiyi belirli sınırlar içerisinde tutmayı ve toplumsal ilerlemeyi hedef almıyor. Tam aksine, siyaset kurumunu olabildiğince anlamsızlaştırıyor ve toplumun desteğini muhafaza edebilmek için kendi seçmen tabanını radikalleştiriyor ve farklı kutuplaşmayı derinleştiriyor. Yani toplumu ve bürokratik kurumları geliştirmek bir yana onları olabildiğince işlevsiz kılmayı amaçlıyor.
Önceki vesayetin kendisini nasıl meşrulaştırdığından yukarıda bahsettik. Bu yöntemler arasında demokratik bir meşruluk arayışı yoktur. Yani TSK kendisini, soyut ve tepkisi ölçülmemiş bir milletin bağrına bastığı biricik kurum olduğunu düşünmüştür. Kendisini oya sunmamış, bu yüzden oy almak için siyasi bir esneklik göstermemiştir. Bu yüzden, çizdiği ulusal güvenlik çerçevesinin dışında kalan aktörleri sistemin dışına itmiştir ancak makbul sayılan partiler ile olan ilişkisi gündelik siyasetin atmosferi altında şekillenmemiştir. Öte yandan yeni vesayet rejimi oya muhtaçtır. Bir arada kalabilmesi için mutlaka kazanması gerekir. Bu, her bakımdan absürt bir duruma işaret eder çünkü, hem siyasi sistemin meşruluk tanımını yapan hem de diğer siyasi partilerle aynı sistem içerisinde rekabet eden bir vesayet vardır. Milliyetçi Hareket Partisi, bir dönem Milli Güvenlik Kurulu’nun oynadığı rolü oynamakta ve ulusal güvenliğin sınırlarını çizmektedir. Ancak Milli Güvenlik Kurulu’ndan farklı olarak bunu siyasi saiklerle yapar ve kendi muhaliflerini hedef alır. Tayyip Erdoğan, MHP tarafından çizilen güvenlik çerçevesini memnuniyetle karşılar zira kendi siyasi çıkarları için attığı adımlar aniden devletin âli menfaatlerine yapılan büyük bir hizmet gibi görülmektedir. Devlet ile kendini özdeşleştiren bu ittifak muhalifleri kriminalize ederek, onların seçmen ile kuracağı ilişkiyi sürekli olarak taciz ederler ve aslında üstü kapalı olarak seçmene bir mesaj gönderirler. Bu şekilde oy desteğini canlı tutarlar ve varlıklarını günün sonunda bu oy desteği ile meşrulaştırırlar. Vesayetçi demokrasi kavramı bir şekilde demokratik vesayete döner ki, bu aslında literatürde “rekabetçi otoriterlik” diye adlandırılan kavrama oldukça yakınsar.
Bu vesayet rejiminin en büyük kırılganlığı, milli güvenlik adına eylediğini iddia etse de meşruluğunun oya dayanması zorunluluğudur. Zaten vatandaşa oylatılan şey de milli güvenliğin ta kendisidir. Ülkede baş gösteren diğer sorunlar ile ilgilenmeye ve yaratıcı politika önerileri geliştirmeye başladıkları anda vesayet sistemi dağılacaktır. Keza bu tip bir pragmatizm, oyunu güvenlikçiliğin sahasından alır ve siyasetin sahasına taşır. Artık üzerinde konuşulan konular milli güvenliğin bir parçası olmaktan çıkar ve siyasetin konusu olur. Vesayet tabii ki buna yanaşmaz, bunun yerine hayatın her alanını güvenlikleştirmeye gayret eder. Halkın gündelik hayatta yaşadığı problemler artık gizlenemez bir hale gelene veya bir skandal ile gündeme düşene kadar yokmuş gibi davranılır. Bu tip kriz durumlarında ise medya üzerindeki kontrol sayesinde yaşanan kaza az bir hasarla atlatılmaya çalışılır ancak konu siyasetin gündemi haline asla getirilmez, tartışmaya açılmaz. Çünkü bu yapıldığı anda, siyaset alan kazanır vesayet alan kaybeder.
Yine de hayat bazı konuların kamusal tartışmaya girmesini dayatır. İnsanlar işsizlik, hayat pahalılığı, halk sağlığı gibi konuları gündelik hayatlarında bizzat tecrübe ederler. Bu sayede alternatif bir gündem oluşmaya başlar. Toplumun en büyük sıkıntısını ekonomik meselelerin oluşturduğu bir dönemde ulusal güvenlikten veya milli bir beka sorunundan bahsetmek oldukça anlamsızdır. Ama vesayet oluşan gündeme cevap veremez. Bunu aşmak için siyaset yapmaya, milliyetçiliğin lümpen biçimine ara verip aklı selim ile davranmaya, tedbirler almaya ihtiyaç vardır. Ama vesayet bunu yapamaz. Yapamadıkça popülaritesi düşer ve önce vesayetin aktörleri arasındaki ilişki sarsılır, ardından da çöküş süreci başlar. Yeter ki siyaset yapmaya hevesli olanlar, yani muhalifler, vesayetin kurguladığı gündemler ile meşgul olmasınlar, vesayetin temposuna ayak uydurmaya çalışmasınlar ve toplumun organik gündemlerini takip edebilsinler.
submitted by reaskyper to svihs [link] [comments]

Din hakkındaki bazı basit sorulara basit cevaplar.

Öncelikle şunu belirteyim ben hacı hoca değilim. Hafız da değilim. Kendi çapında dinini araştırıp öğrenmeye çalışan biriyim. Burada yazdıklarım kesin doğrulardır diye bir iddiam yok. Eğer iddialarıma karşı fikir sunacaksanız lütfen bunu medenice yapın. Bunları göz önünde bulundurarak okursanız sevinirim.
1-Nisa 34 mevzusu:
(Burada daha önce yazdığım bir yazıyı kopyala yapıştır yaptım.)
Önce diyanet mealine bakıyoruz! ﴾34﴿ Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
Şimdi bölümlere ayırıyoruz!
İlk bölüm:~Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar~ Evet arkadaşlar burada erkeklerin kadınların koruyucusu olduğu söyleniyor ve erkeklerin aile hukukunda ailenin en güçlü bireyi olduğundan dolayı baş birey olduğu söyleniyor. Şimdi ikinci bölüme geçelim!
İkinci bölüm:~Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar.~ burada iyi kadınların Allah'a itaatkar olduğu söyleniyor. Sanırım sizde burada bir sıkıntı göremediniz o yüzden diğer bölüme geçiyoruz!
Üçüncü bölüm:~(Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür. ~ burada evlilik hukukuna uymayan kadınlar için üç aşama verilmiş. İlk aşamada öğüt verin yani konuşun diyor. İkinci aşamada yataklarında yalnız bırakın diyor. Sonuçta kimse evlilik hukuna uymayan bir kadınla durmak istemez öyle değil mi? Üçüncü aşamada ise dövün! Hehe islam ne kadar da vahşi bir din değil mi? Değil işte. Kuranda darabe fiili tam sekiz farklı anlamda gecer. bunlar: örnek vermek, damga vurmak, savaşa çıkmak, fiziksel vurmak, bırakmak, yolculuk, engel koymak ve boynunu vurmaktır. Yani nisa 34 teki darabe fiili buradaki sekiz anlamdan biri olmak zorundadır ve diyanet mealinde dövmek anlamında kullanılmıştır. Ancak diğer ayetlerle karşılaştırdığımızda buraya dövmek fiilinin gelemeyeceği açıkça ortaya çıkıyor. Siz ateistler kaynak konusuna önem veriyorsunuz o yüzden gelin hep beraber kaynaklarıyla birlikte buradaki fiilin "dövün" olamayacağını kanıtlayalım!
Ahsap 21 de, "Rasulullahta güzel bir örnektir" denmektedir. Peygamberin (sav) hayatı örnek gösteriliyor. Eğer kuranda eşlerin dövülmesi serbest bırakılsa Hz. Muhammed (sav) bunu yapardı.
Başka bir örnek! Kuran da darabe fiili hic bir yerde bir kişinin baska bir kişiye vurması olarak kullanılmamıştır. Örnek: nur, 24. Ayet, kassas, 15. Ayet, zariyat, 29. Ayet. Bunların hiç birinde darabe kullanılmamıştır. Yani mantık akışına göre nisa 34 de de bu şekilde kullanılmamıştır.
Başka bir örnek!! Nur suresi 6-9 arasında eşlerden birinin diğerini tanık yokken zina ile suçlandığında ne yapılması gerektiğinden bahseder. Zina ile suçlayan taraf dört defa Allah adına yemin eder, beşinci de yalan söylüyorsam Allah'ın gazabı üzerime olsun der. Aynı şekilde suçlanan taraf dört defa yemin edip eğer yalan söylüyorsam Allah'ın gazabı üzerime olsun derse kimseye bir ceza verilmez. Kuran zina gibi devasa bir günahla suçlanan kadına ceza kesmezken neden daha küçük bir günah olan itaatsizliğe dayak cezası versin?
Ve başka bir örnek!! Ayetin sonunda kadınların yola gelip düzelirse onlar aleyhine başka bir şey yapmayın denmektedir. Peki dayak yiyen bir kadın kocasıyla barışır mı? Bu mümkün mü?
Bir örnek daha!! Nisa 128 de aynı ayetin erkekler için olanı vardır ve burada barısmalarında sakınca yoktur, barış hayırlıdır denmektedir. Var mı böyle yağma? Kadın namussuzluk yapınca döv, erkek yapınca barış. Olmaz öyle. O zaman çelişki ortaya çıkar ve kuranda sürekli vurgulanan adalet hiçe sayılmıs olur bu da kurana aykırıdır.
Vee bir örnek daha!! Nisa 128'de de 34'de de namussuzluk yapan eşden değil, namussuzluk yapmasından şüphe edilen eşden bahsedilir. E ortada daha olay yokken dövmek saçmalıktır. Ayrıca darabe ifadesinin dayak anlamı bir sınır içermez. Yani sırf namussuzluk yapacağından şüphelendiğin için eşini hastanelik edebilirsin. E ortada zina suçlaması olduğunda dahi kesin değilse hiç bir ceza vermeyen kuran neden olmayan bir olay için bu kadar ağır bir ceza versin?
Evet arkadaşlar örnekler bu kadardı! Simdi hepinizin aklındaki soruyu cevaplayalım! Dövmek değilse ne? Evet bunun cevabı da çok basit. Yukarıda verdiğimiz 8 anlamdan biri olmalıdır. boynunu vurmak ve ya örnek vermek olamayacağına göre buradaki anlamda muhtemelen bırakmak olacaktır.
Peki ne öğrendik? "13 milyarlık diyanet yazdıysa doğrudur moruq yhaa" demenin ne kadar saçma olduğunu, bir kaç ayet daha okuyunca ve sana verilen aklın onda birini kullanınca her şeyin ortaya çıktığını!
2- Allah neden ibadete muhtaç? Benim namaz kılmam Allah'a ne fayda sağlıyor?
Bu bir önceki iddiadan çok daha basit. Allah'ın senin ibadetine ihtiyacı yok. Senin ibadete ihtiyacın var. Allah sana kuranda yemek ye derse senin yemek yemene muhtaç olduğundan değil, yemek yemenin senin için hayırlı olacağından der. Tahkiki imana sahip, Namaz kılan insan her zaman kendisinden büyük bir varlık olduğunu hatırlar, kibrin kölesi haline gelmez. Gayet açık ve net.
3- evreni yaratan Allah neden kum tanesi bile sayılmayacak insanlarla uğraşıyor?
İnsan yaratılış gereği tüm o galaksilerden çok daha kıymetlidir. Evrenin keşfedilmiş en büyük yıldızı UY Scuti 'dir ancak Allah için kıymeti nedir? Ya da evren için? Hiç bir kıymeti yoktur. Ama insan düşünebilen, üretebilen bir varlıktır. Evren için kıymetli mi tartışılır lakin Allah için çok daha önemli olduğu kesin.
4- düzen kusursuzsa neden depremler, hastalıklar ve benzeri olaylar yaşanıyor?
Kusursuz demek çok iyi, mükemmel demek değildir. Depremler yaşanır, ve sonuçları genelde kötü olur. Lakin deprem rastgele yaşanmaz. Bir sebebi vardır. Salgın hastalık yayılır ve ölümlere sebep olur, ama yayılması da yine bir sebepe bağlıdır. Evrende Hiçbir şey tesadüfen oluşmuyor. Eğer düzen kusursuz olmasaydı, depreme de hastalığa da bir açıklama getiremezdin.
5- ya uçan spagetti canavarı gerçek tanrıysa?
Uçan spagetti canavarının varlığını iddia ediyorsan, bir şekilde kanıtlaman gerekir. Eğer herhangi bir kanıt sunamazsan biz onu yok sayabiliriz. Müslümanlar olarak Allah'a kanıt sunuyoruz. Bu kanıtlar çürütülmedikçe de Allah'ın varlığı spagetti canavarından daha kesindir. Bana ve 1.5 milyar insana göre de yüzde yüzdür.
Bir ateist arkadaş bu beş soruyu sordu başka bir mecrada, bende ona yazdığım cevapları buraya da atayım dedim. Dediğim gibi, belki de yanlışımdır. Eğer yanlışsam düzeltiniz. Birilerine faydası olur umarım, iyi günler.
submitted by Komyna23_F to deliler [link] [comments]

Boyun Eğmeyen Hayalperest: Kafka inançlı biri miydi? – Michael Löwy

https://preview.redd.it/dwreujquecf61.jpg?width=154&format=pjpg&auto=webp&s=006996a49466c9901a37d3ed85bfcf032ed38271
Özgürlük Dini ve Mesel Kanun Önünde (1915)
Ne olursa olsun, romanın sonucu hem “karamsar” hem de son derece anti-konformisttir. Bu sayfalarda kurbana duyulan merhamet ve onun gönüllü itaatinin bir eleştirisi ile birlikte kendini gösteren Kafka’nın asi-parya duyarlılığı ifade bulur. Bu satırlar, bir direniş çağrısı olarak okunabilir…
Kafka inançlı biri miydi? Haziran 1914’te Grete Bloch’a yazdığı bir mektupta kendini asosyal biri olarak, Museviliğinin “Siyonist olmayan (Siyonizme hayranım ve tiksiniyorum) ve inançsız” niteliği nedeniyle cemaatten dışlanmış biri olarak tanımlar. Notları ve aforizmaları incelendiğinde, kuşku ile iman arasında sürekli gidip geldiği izlenimi edinmek mümkündür. Kimi zaman, insandaki “sarsılmaz bir şey”e olan güvenini ileri sürer ki bunun ifade olasılıklarından biri “kişisel bir Tanrı’ya inanç”tır; kimi zaman ise, sonraki paragrafta, soğuk bir üslupla şu saptamada bulunur: “Gökyüzü sessiz, yalnızca sessizliği yankılıyor.” Bu ikili yaklaşım, umut ile umutsuzluğun incelikli girişikliği, kimi zaman tek ve aynı bölümde ifade bulur, tıpkı ışıkla ilgili şu muamma meselde olduğu gibi: “Dünyanın kiri pasına bulanmış gözlerle bakınca, durumumuzun uzun bir tünelde kazaya uğramış bir tren yolcularınınkinden kalır yeri yok; hem tünelin öyle bir yerinde kazaya uğranmıştır ki, girişteki ışık görünmez olmuştur artık; çıkıştaki ışık ise henüz öylesine küçüktür ki, seçilebilmesi için gözlerle hayli aranması gerekmektedir. Hatta tünelin bir başı ve sonu bulunduğu bile kesin değildir.”
Bununla birlikte, Kafka’nın tamamlanmamış büyük romanlarına tuhaf bir dinsellik atmosferinin sinmiş olduğu da inkâr edilemez. Bu atmosfer bir Yahudi Mesihçiliğinden mi kaynaklanmaktadır? Bu esrarengiz, dağınık, çitfanlamlı tinselliği nasıl nitelendirebiliriz? Kaynaklara ilişkin tartışmalı sorunu –Kierkegaard, irfan, kabala, Kutsal Kitap ya da Hasidilik– bir yana bırakırsak, bu dinsel bakışın anlam taşıyan yapısı nedir? Max Brod’un inanıyor gözüktüğü, umut ve iman dolu, pozitif bir Mesihçilik midir bu? Brod, dostunun “pozitif” bir imgesini ne pahasına olursa olsun inşa etme teşebbüsüne rağmen, onun büyük roman ve eskizlerinin negatifliğin egemenliği altında olduğunu kabullenmek zorunda kalır: yine de bunu “uydurma dehasına” ve “son derece korkutucu hayalgücüne” atfederek bundan kurtulmaya çalışır…
Kafka’nın yazılarının Mesihçi boyutu Gershom Scholem ve Walter Benjamin arasında 1934-1935 yıllarındaki mektuplaşmaların odak noktasıdır. Bu mektuplaşmaları yorumlayan Scholem daha ilerde, dostu üzerine bir denemede şunu yazacaktır: “Benjamin Kafka’nın dünyasında Yahudi kategorilerinin negatif biçimde tersine döndüğünü (negativen Umschlag) görür. Olumlu doktrin yoktur. Tek varlığını sürdüren şey […] henüz formüle edilemeyecek olan dar anlamda ütopik bir vaattir… Benjamin Kafka’da pozitif Vahiy anlamını yitirmiş olan ama yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmemiş bir Museviliğin theologia negativa’sının bulunduğunu biliyordu.”
Bence theologia negativa kavramı, Kafka’nın romanlarında mevcut din sorunsalının kendine özgü biçimini en uygun şekilde tek açıklayabilen şeydir. Mesihçi kefaret –ve de, görmüş olduğumuz gibi, liberter ütopya– Kafka’da içi boş bir halde belirir, mevcut dünyanın siyah konturu tarafından satır arasında çiziktirilmiştir. Başka deyişle, Kafka’nın yazıları saçmalığa, otoriter adaletsizliğe ve yalana teslim edilmiş bir dünyayı, mesihçi kefaretin ancak negatif olarak, radikal yoklukla kendini gösterdiği özgürlüksüz bir dünyayı tasvir etmektedir. Adorno’un gayet iyi belirttiği gibi, Kafka’da, “toplumun bireyin bedenine (einbrennt) kaydettiği yaralar birey tarafından toplumsal yalanın rakamları olarak, hakikatin negatifi olarak okunur.” Yalnız hiçbir pozitif mesaj olmamakla kalmaz, geleceğe dair Mesihçi vaat de, çağdaş dünyayı cehennemi olarak tahayyül etme (ve reddetme) tarzında, belki de bu dini tarzda zımnen mevcuttur. Kafka’nın “teoloji”si –bu terimi eğer kullanabilirsek– demek ki belirgin bir anlamda negatiftir: onun konusu dünyada Tanrı’nın var olmaması ve insanların kefaret yoluyla kurtulamamasıdır. Bu zıt durum, bu negatif Gegenstück [denklik], romanlarda olduğu kadar aforizmaları oluşturan paradokslarda da görülür.
Theologia negativa’ya, yani Kafka’nın negatif Mesihçiliğine politik alanda denk düşen şey bir tür utopia negativa’dır. İkisi arasında çarpıcı bir yapısal benzerlik vardır: Her iki durumda da, kurulu dünyanın pozitif tersi (liberter ütopya ya da Mesihçi kefaret) kökten namevcuttur ve insanların yaşamını düşkün ya da anlamdan yoksun olarak tanımlayan şey tam da bu namevcut olma halidir. Lanetli bir çağın dinsel işareti olan kefaret yokluğuna, bürokratik keyfiyetin boğucu evreni içinde özgürlük yokluğu denk düşer. İki “negatif” konfigürasyon arasındaki seçmeli yakınlık, burada, romanların anlamlı yapısını şekillendiren mahrem bir ortaklığa varır: Bireyin (“bir köpek gibi”) ezilmesi ya da özgürlüğün kesin olarak inkârı, tam da dünyanın kefaretle kurtulamamasına işaret eder –tıpkı, tersine, bireyin sınırsız (dinsel) özgürlüğünün mesihin gelişinin habercisi olması gibi.
Negatif teoloji ile negatif ütopya arasındaki seçmeli yakınlık, muhtemelen, Kafka’nın yazılarının muammalı ve tekil manevi niteliğinin temel bileşenlerinden biridir.
Bu liberter maneviyatı Vor dem Geselt (Kanun Önünde) meselindeki kadar yoğun biçimde bir araya getiren pek az metin vardır. Söz konusu edilen, Kafka’nın en ünlü ve sağlığında yayımladığı ender metinlerden biridir. Dava’nın bu bölümü onun gözde yazılarından biriydi ve nişanlısı Felice’ye bunu okumaktan hoşlanırdı. Günlük’ünde bunu bir “efsane” olarak belirtir, ancak romanda yalnızca bir “hikâye” olarak adlandırır. Ama not defterlerine ve Günlük’üne ışıl ışıl mücevherler gibi dağılmış olan bu tür kısa ve paradoksal yükü fazla metinlerden söz ederken sık sık kullandığı mesel (Gleichniss) terimi belki de en uygunudur.
Bu metnin –Kafka’nın sağlığında yayımlanmış olan Dava’nın iki bölümünden biri– yazarı tarafından Prag’daki Bar Kochba çevresinin dergisi Selbstwehr’e (Özsavunma) gönderilmiş olması bir tesadüf değildir. Dergi de bu yazıyı 1915’te yayımladı: bu yayın organının Siyonist doktrinini ille de paylaşması gerekmese de, Kafka, derginin kendi kaderini belirleme idealine ilgisiz değildi.
Çokanlamlı ve muammalı bu yazı, Kafka’nın maneviyatının en özlü kısmını birkaç paragraf içinde yoğunlaştırmış gibidir: yalnızca Dava’nın kendisine değil, Praglı yazarın bütün eserlerine de güçlü bir ışık tutmaktadır. Bu paradoksal bir metindir; hem yumuşak hem acımasız, hem basit hem son derece karmaşık, hem şeffaf hem geçirimsiz, hem aydınlık hem karanlık. Kafka’nın sanatını tüm gücü içinde sunan bu metnin yaklaşık bir yüzyıldır birkaç kuşak okur ve eleştirmene sürekli musallat olması şaşırtıcı değildir.
Josef K.’nın katedral ziyareti sırasında bir rahibin anlattığı meselin kapsamı bilinmektedir: Bir taşralı Kanuna erişmek ister; ama Kanunun kapılarının bekçisi girmesine izin verilemeyeceğini ona açıklar. O, bekçilerin yalnızca birincisidir, diğerleri, içerde bulunanlar, çok daha güçlüdür. Adam boş yere izin koparmayı bekler. Bir taburenin üzerine oturarak yıllarca bekler ve olduğu yerde yaşlanır. Tam öleceği sırada son bir soru sorar: “Bunca yıl benden başka kimse içeri girmeyi nasıl oluyor da talep etmedi?” Bekçi cevabı kulağına fısıldar: “Girme iznini başka kimse alamazdı, çünkü bu giriş yalnızca senin için yapılmıştı. Artık ben gidiyorum, kapatıyorum.”
“Kanonik”, neredeyse kutsal kitapvari belge niteliğiyle bu efsane, yorumlara, deşifre etme çabalarına, açıklama ve karşı-açıklamalara, aşırı yorumlara, disputationes’e ve ihtilaflara yol açar. Kafka’nın kendisi, anlatının anlamı üzerine Josef K. ile rahip arasında teolojik ve hermenötik uzun bir tartışmanın meselini bize sunarak bu egzersize seve seve kalkışır –hiçbir sonuca varmayan ve tüm soruları ertelenmiş bırakan tartışma. Josef K. adamın bekçi tarafından aldatıldığına ister istemez inanırken, rahip ona ruhbanların klasik argümanıyla cevap verir: Bekçinin haysiyetinden kuşku duymak, “kanundan kuşkulanmak olur.” Bekçinin otoritesi hakikatten çok daha üstündür: “Her şeyin doğru olduğuna inanmak zorunda değiliz, bunu gerekli görmek yeter.” Bu övücü akıl yürütme Josef K. tarafından kendiliğinden reddedilir. K. bunu, son derece güçlü bir ifadeyle, evrensel bir düşkünlüğün işareti olarak tanımlar: “Üzücü görüş… Yalanı evrensel düzen haline getirmektir bu (die Lüge wird zur Weltordnung gemacht).”
Bu meselin anlamı nedir? Bunun anlamını aydınlatmaktan umudunu yitiren kimi okurlar şaşkınlıklarını gizlemezler. Bu umutsuzluğu kimse Jacques Derrida kadar yetenekli ve zarif ifade edememiştir. Derrida, “Önyargılar” başlıklı 1982 tarihli parlak bir konferansta bunu dile getirmiştir. Filozof, Kant’a, Freud ve Heidegger’e –boş yere– göndermeler yaptıktan sonra şunu itiraf eder: “Şerh düşme riskini göze aldım, yorum üstüne yorum yaptım, sorular sorup sorulardan kaçındım, genel geçer çözümlemeleri bir yana bıraktım” ve sonuçta, “muammaları el değmeden” bıraktım. Dokunulmadan bırakılan alanlardan ikisi bana oldukça ilginç gelmektedir. İşte bunlardan ilki: “Konumu gereği taşralı adam kanunu tanımaz, kanun her zaman için sitenin, şehirlerin ve kurumların kanunudur, korunan kurumlar, çitler ve sınırlar, kapılarla kapanmış uzamlar.” Engeller ve çitler –Latince canceli; Almanca Kanzleai sözcüğü de buradan türemiştir– dinsel anlam taşımaz ve insanların inşa ettiği engeller olarak demistifiye edilmiştir.
İkincisi de taşralı adamın tutumuyla ilgilidir: “İnsan, kanuna olmasa da mekânlara nüfuz etmenin doğal ya da fiziksel özgürlüğüne sahiptir ve […] şunu iyi saptamak gerekir, o içeri girmeyi kendi kendine yasaklar.” Kanun “insanın kendi kendini ‘özgürce’ belirlemesine izin verir, oysa ki kanuna nüfuz etmeyi kendi kendine yasaklama şeklindeki bu özgürlük kendi kendini ortadan kaldırır.” Bence Derrida burada efsanenin temel noktasına isabet etmektedir. Bir süre sonra ise bundan vazgeçerek şu sonuca varır (ama bu gerçekten bir çözüm müdür?): “Metnin okunamazlığı; tabii bundan anlaşılması gereken şey, onun asıl anlamına, kıskançça yedekte tuttuğu, belki de dayanıksız içeriğe erişmedeki imkânsızlığımızdır.” Başka deyişle: “Bizler, açık seçik hiçbir şey söylemeyen, anlatının kendisi dışında tanımlanabilir hiçbir içerik sunmayan bu metinle karşı karşıyayız; yine de ölüme varana dek bitmeyen bir farklılık kesinlikle dokunulmazlığını korur. Dokunulmaz: Bundan benim anladığım şey, temas edilemez olmak, ele avuca sığmaz ve sonuçta kavranılmaz, anlaşılmaz olmaktır.”
Yorumcuların çoğu böyle bir geçirimsizlik protokolu’yla yetinmeyi reddederler ve her şeye rağmen, işi az çok şansa bırakarak, meselin hakikat yükü’nü bulmaya çalışırlar. Bu okumaların bazıları bence yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır: Bunların tek yaptığı işin özüne teğet geçmektir. Özellikle Max Brod’un durumu budur. O, meselin lafzını ve özünü Yakup’un kitabıyla karşılaştırmaktadır: “Tanrı’nın iradesi bizim gözümüzde mantıkdışı, daha doğrusu bizim insan mantığımıza grotesk anlamda karşıt bir yan edinir. […] Yakup’un kitabında Tanrı, aynı şekilde, insana saçma ve adaletsiz gelen edimlere girişir. Ama bu insan gözü için yalnızca görünümde böyledir ve nihai sonuç, Yakup’ta olduğu gibi Kafka’da da, insanın yararlandığı ölçülerin, Mutlağın dünyasındaki ölçümlerle aynı olmadığıdır.” Brod’a göre, yalnızca mesele değil iki büyük romana da –Dava ve Şato– uygulanan oldukça naif bu yorumun yarattığı sıkıntı, Kafka’nın yazılarında bu “nihai çözüm”ü belirten hiçbir şeyin olmamasıdır.
Aynı kuşkuculuk Hartmut Binder’in okumasına da uygulanabilir. O, iki yüz sayfalık oldukça âlimce yorumdan sonra, meselin, Kafka’nın ailesiyle ya da nişanlısı Felicie’yle yaşadığı tarzdaki bazı insan ilişkilerinde (Beziehungsfallen) görülen açmazı ya da double bind’i şekillendiren bir tür alegori olduğu sonucuna varmaktadır. Nihayet, kitabı genellikle ilginç yaklaşımlarla dolu olan Guiliano Baioni de, romanda meselin işlevinin “son derece estetik” olduğunu yazarak yanlış bir yol tutmaktadır: Mesel “biçimsel sanların mükemmelliği”ni, daha doğrusu “kaosun keyfiliği karşısında biçimin zorunluluğu”nu temsil etmektedir. Bu tür yorumlamalarda kaybolan şey, metnin eleştirel, politik-dinsel ve derinlemesine yıkıcı boyutudur.
Bu yazıyı, Kafka’nın tinselliği, etik-toplumsal inançları ve özellikle liberter esinli anti-otoritarizminden oluşan daha geniş bir çerçeveye yerleştirmeden anlayamayız. Bu anti-otoritarizm –politik bir tercih olmaktansa varoluşsal bir tutum, sitz im Leben– nasıl olup da dinsel alana tercüme edilmeyebilir? Bu anti-otoritarizm tanrısallığı temsil ettiğini iddia eden ve onun adına dogmalar, doktrinler, yasaklamalar dayatan her iktidar karşısında bir red biçimini alır. Sorgulanan şey, tanrısal otorite –tabii eğer böyle bir şey varsa– olmadığı gibi, dinsel kurumların, ruhbanın ve diğer kanun bekçilerinin otoritesi de değildir. Kafka’nın dini –bu deyimi kullanabileceğimiz ölçüde–, heterodoks Yahudi esinli, terimin en güçlü ve en mutlak anlamında bir tür özgürlük dini (bu terim dostu Felix Weltsch’e aittir) olabilir.
Bu tinselliğin kaynaklarını –araştırmacıların sıklıkla zikrettikleri irfan ya da Kabala gibi– uzak ve esrarengiz ezoterik doktrinlerde değil, Praglı kimi Yahudi dostlarının yazılarında aramak gerekir: Hugo Bergmann ve Felix Weltsch.
Kafka’nın çocukluk arkadaşı ve aynı lisenin öğrencisi olan Hugo Bergmann 1913 yılında Prag’da çıkan derleme kitap Vom Judentum’da (kütüphanesinde yer aldığına göre Kafka tarafından bilinmektedir), “Adın Kutsanması” (Kiddush Hashem) adlı bir deneme yayımlar. Bergmann’a göre, Yahudilikte insan varlığını nesneler dünyasından ayırt eden şey, özellikle özgürlüktür, özgür karardır, koşullandırmaların ağından kurtulma, kısıtlamaları reddetme kapasitedir. Yahudi anlayışı açısından insan varlığı hem yaratıdır hem yaratan. Bir şey gibi dış bir güç tarafından harekete geçirilmesi gerektiğinde yalnızca yaratıdır; yabancı zorunlulukların zincirinden kurtularak etik eyleme özgürce yükseldiğinde ise yaratıcıdır. “Ahlaki varlık olarak insan varlığı kendi kendinin yaratıcısıdır (Selbstschöpfer), diye bize açıkça öğretir Talmud (Sanhedrin 99b). Ve işte –Zohar’ın dilinden (I, 9b, 10a)– insan varlığının amacı: Bir sarnıç, yabancı suyu içinde tutan basit bir kap değil, kendi suyunu fışkırtan kaynak olmak.”
Kafka’nın Hugo Bergmann karşısında, dostluk, saygı ve eleştirel mesafe karışımı içindeki tavrı muğlaklıktan uzak değildir. Günlük’ün 17 aralık 1916 tarihli ilginç bir notu, dostunun “Musa ve Şimdiki Zaman” temalı bir konferansına gönderme yapmaktadır. Muhtemelen daha ilerde biraz farklı bir başlıkla yayımlanacak metin budur: “Pessah ve Çağımızın İnsanları.” Bergmann burada Yahudilere “Özgürlüğün ve Eylemin İncil’i”ni getirmiş olan Musa’ya saygısını, günümüzde “koşullandırmaların, uzlaşmaların ve hakikat-olmayan şeylerin kölesi olmuş” Yahudileri daha iyi eleştirmek için belirtir. Sonuç, soru biçimindedir: “Çağımızın zincirlerinden kendimizi kurtarmayı başarabilecek miyiz?” Kafka öncelikle dostunu överken, onun sözlerinin yol açtığı “saf izlenim”i belirtir. Ama hemen ardından ondan ayrılır: “Benim bu görüşle hiç alakam yoktur.” Bütün konferansın esinlediği Siyonizm midir kastettiği, yoksa çağdaş Yahudilere yönelik eleştirisi mi? Buna karar verilemez… Bir sonraki cümleye gelince, yine uygun bir tutum ileri sürüyor gibidir: “Gerçek ve korkunç yollar özgürlük ile kölelik arasında kesişir, bir sonraki parkur için rehber yoktur, geride kalmış yol ise anında yok olmuştur.” Bence bu yorum Bergmann’ın konferansının bir özetinden ziyade, bu konferanstan yola çıkan Kafka’ya özgü bir açıklamadır. Her koşulda, bir anlamda her ikisi için de ortak olan bu “özgürlük dini”nden yola çıktığı tartışmasızdır.
1912’den bu yana Kafka’nın en yakın dostlarından biri olan Felix Weltsch’e gelince, onun 1920 tarihli Gnade und Freiheit (“Lütuf ve Özgürlük”) adlı kitabında Yahudiliğin, özgür iradenin dünyaya müdahalesinin metafizik, hatta “büyülü” olasılığını düzenleyen “özgürlük dini” olarak yüceltildiği görülür. Felix Weltsch’e göre, İbrani geleneğinde bir “lütuf dini” de vardır, ama Kabala’da da Hasidilik’te de baskın çıkan “özgürlük dini”dir ve bunun uzantıları Alman düşüncesinde (Schelling, Fichte) olduğu kadar çağdaş Yahudilikte de (Buber) görülür. Lütfa iman dinginciliğe götürürken, özgürlüğe iman da eylemciliğe ve özgür eylem etiğine götürür ve bu eyleme, yenilgisinden ya da başarısından bağımsız olarak, mevcut haliyle değer verilir. Kafka, dostuna yazdığı bir mektupta, bu kitaba ve özellikle “Schöpferische Freiheit als religiöses Prinzip” (“Dinsel İlke Olarak Yaratıcı Özgürlük”) adlı son bölümüne duyduğu büyük ilgiyi belirtmişti. Felix Weltsch’in iradeciliğine olan sempatisi Günlük’ün kimi bölümlerinde de kendini belli ediyordu. Örneğin 16 Aralık 1916 tarihli notta dostunun kendine güvenini över ve felsefesini şöyle özetler: “İmkânsızı istemek gerek.”
Kafka’nın dostlarının tüm fikirleriyle ille de hemfikir olması gerekmediği ve Kafka’nın kendi tinselliğinin herhangi bir “etki”yle açıklanamayacağı aşikârdır. Yine de, bir yanda Hugo Bergmann ile Felix Weltsch’in çalışmaları ve diğer yandan Kafka’nın dinsel kapsamlı kimi metinleri arasında belli bir yakınlık, “ailevi bir hava” vardır.
Max Brod örneği farklıdır, çünkü o çok daha mütereddit ve eklektiktir. Öncelikle Schopenhauerci tarzda katı bir determinizmin yandaşı olarak, Bergmann ile Weltsch’in ortak etkisi altında, özgürlük dinine katılmıştır. Bunun en başarılı edebi ifadesi Tycho Brahes Weg zu Gott (Tycho Brahé Tanrı’ya Gider) adlı 1915 tarihli romanıdır. Otobiyografik esinli bu eser, insan varlığının özgür karar yeteneğini yüceltmektedir. Kitap yazarı tarafından Kafka’ya ithaf edilmiştir. Bununla birlikte, birkaç yıl sonra, kişisel bir krizin ardından, Max Brod, Tanrı’nın kendisinin de insan eylemine bağlı olduğu fikri üzerinde temellenen bu aktivist din anlayışından uzaklaşarak, Heidentum, Christentum, Judentum’da (1920) tanrısal lütuf (Gnade) ve insanın güçsüzlüğü teolojisinin savunucusu olur. Kafka dostunun ilk kitabını ne kadar sevmişse, ikincisi karşısında da o ölçüde çekinceleri vardır. Max Brod’a yazdığı 7 Ağustos 1920 tarihli bir mektupta, paganlığa dair –haksız olduğunu düşündüğü– sunumu eleştirir: Yunanların dinsel evreni “Yahudi Kanunundan daha az derindi ama belki de daha demokratik (ne şef vardı ne de din kurucuları), belki de daha özgürdü (özgürlüğü kısıtlıyordu, ama rasgele bir şey yüzünden değil)…” Bu bölümde bana önemli gelen şey, Yunan pagancılığının –az çok provokatif bir tarzda– övülmesinden çok, şefin ve otoritelerin olmadığı özgür ve “demokratik” bir dinin idealleştirilmiş görünümüdür.
Kafka’nın edebiyatla ilişkisi de bu “özgürlük İncil’i”ne bulanmıştır. Mesleki ve ailevi yaşamı ile edebi yaratı arasındaki karşıtlık –Günlük’ü boyunca yakasını hiç bırakmayan bir şikayet gibi tekrar tekrar gelen bu sürekli parçalanma– genellikle kölelik ile özgürlük arasındaki bir antagonizma olarak sunulmuştur: “(Hayatımın geri kalanı tarafından bile olsa kölelik durumunda tutulan) edebi yaratının aşağı ıstıraplarından belki de beni beklemekte olan daha yüksek özgürlüğe geçmek istesem de buna erişmeye hakkım olmadığını biliyorum.”
Kafkaesk “özgürlük dini” ve dinsel otorite eleştirisi en saf ifadesini Kanun Önünde adlı allak bullak edici meselde bulur. Bu esrarengiz ve büyüleyici metnin yüzyıl boyunca yol açtığı sayısız ekolden yorumlama arasında bana en akla yatkın geleni, Kanun bekçisini, –Yakup gibi taşralı adam da kendisini onun karşısında eli kolu bağlı bulur– akıl sır ermez tanrısal adaletin temsilcisi olarak değil, Josef K.’nın sözünü ettiği yalan üzerinde temellenen bu Weltordnung olarak gören yorumdur. Bu yöndeki ilk yorumcu her daim dostu olan Felix Weltsch’den başkası değildir. Weltsch, özgürlük felsefesine sadık kalarak, 1927 yılında yayımladığı bir makalede şunu yazar: Taşralı Adam başarısız kaldı çünkü iznin olmadığı bu kapıdan geçerek Kanuna götüren yolu tutmak istemedi.
Başka deyişle, taşralı adam gözünün korkutulmasına ses çıkarmadı: onun içeri girmesini engelleyen şey güç değil, korkudur, kendine güven yokluğudur, otoriteye sahte itaattir, boyun eğmiş pasifliktir. Eğer kaybetmişse, “kendi kişisel kanununu, tiranlığı bekçinin kişiliğinde temsil bulan kolektif tabuların üzerine çıkarmaya cesaret edemediği içindir.” Bazı açılardan, kapı bekçisi aşırı-güçlü bir baba imgesidir ve oğlun kendi bağımsız yaşamına girmesini engeller. İnsanın Kanuna ve yaşama doğru engeli aşamamasındaki derin neden, korku, tereddüt ve cesaret yokluğudur. Girme hakkı için yalvaran kişinin kaygısı –Angst–, kapıcıya yolu kesme gücünü özellikle veren şeydir.
Dinsel otoriteye gelince, rahip –aslında mahkûmların din adamı– yanıltıcı teolojik söylemiyle, bekçinin konumunu “doğru değil ama zorunlu” olarak haklı göstermeye çalışır ve onun argümantasyonu, Hannah Arendt’e göre, “bürokratlar son tahlilde zorunluluğun görevlileri olduklarından, bürokratların kendi için zorunluluğa inanç şeklindeki içsel inançlarını ve gizli teolojilerini” temsil eder. Rahibin gönderme yaptığı “zorunluluk” Kanunun zorunluluğu değil, hakikate erişmeyi engelleyen çürümüş ve düşkün dünyanın kanunlarının zorunluluğudur. Bu yorum, bence, Kafka’nın bütün eserlerini –deyim yerindeyse, içerden– aydınlatan anti-otoriter duyarlılıkla uyum içinde olan tek yorumdur.
Üslubu ve ruhu bakımından Kanun Önünde genellikle Talmudi metinlerle, midrashim’lerle (şerh), haaagdoth’larla (anlatılar), hatta Hasidi masallarıyla karşılaştırılmıştır. Martin Buber’in 1906 tarihli Die Geschichten des Rabbi Nachman’ında (Haham Nachman’ın Hikâyeleri) aktardığı ve “Haham ve Biricik Oğlu” başlıklı Bratzlevli Nachman’ın Hassidi efsanelerinden biriyle arasındaki benzerlik üzerinde birçok yorumcu ısrarla durmuştur. Bu bir hahamın hikâyesidir. Çok yetkin bir genç olan hahamın oğlu, köylerinden birkaç gün uzaklıkta oturan bir zaddik’i ziyaret edebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Hassidiliğin yeminli düşmanı olan baba bu yolculuğa karşı çıkar ve her türlü argüman ve engeli önüne sererek, oğlunun yolculuğa çıkmasını önlemeye çalışır. Sonuçta, arzusunu gerçekleştirmekten umudunu kesen oğul ölür ve vicdan azabı ve üzüntü içindeki baba baş zaddik’e doğru yolculuğa çıkar. Kuşkusuz ki Kafka’nın, kendi kuşağından Alman kültürlü Yahudi entelektüellerinin çoğu gibi, Buber’in kitabını okuduğunu varsayabiliriz, ama bence bu efsane ile Kanun Önünde meseli arasında, bir kişinin hedefine ulaşmasını, ölümüne dek engelleyen maniler şeklindeki fazlasıyla genel geçer biçimsel bir yandan başka, öze dair en ufak bir benzerlik bulmak mümkün değildir.
Buna karşılık, Kafka’nın efsanesi ile Musa’nın Sinai Dağı’nda kalışı sırasında göğe yükselişi üzerine Midrash’ın bir anlatısı –Pesikta Rabbati– arasındaki –yakın dönemde bir Alman araştırmacının ortaya koyduğu– şaşırtıcı benzerlikten etkilenmemek mümkün değildir. Göğün kapılarına varan Musa, yolunun bir bekçi melek tarafından kesildiğini görür. Kemuel adlı bu melek onun Yüce Tanrı’nın huzuruna çıkmasını yasaklar. Peygamber hiç tereddüt etmeden bekçi meleği öldürür ve gökteki yoluna devam eder. Bir süre sonra ikinci bir melekle, ardından üçüncü bir bekçi melekle karşılaşır. Her ikisi de ilkinden çok daha güçlüdür: ikincisi ilkinden altı yüz kere daha büyüktür, ama üçüncüsüne yaklaşmaya cesaret edemez, çünkü ateşi onu yakar. Bu, Kafka’nın metninde bekçinin savını neredeyse harfiyen hatırlatmaktadır: “Üçüncü bekçi benden bile çok güçlü, görmeye dayanamıyorum.” Midrash’ta Musa sonunda Her Şeye Kadir Tanrı’nın huzuruna çıkabilir, bekçi meleklerin tehlikelerini aşmasına o yardım eder. İlginç olan şey, eğer iki anlatı karşılaştırılırsa, hem benzerlik –Kafka’nın bu Midrash’ı bildiğine dair hiçbir kanıt olmasa da– hem de farklılık bulunmasıdır: Taşralı Adamın tersine, İbrani peygamberi eşikteki bekçinin cesaretini kırmasına izin vermemiştir ve cesurca bir eylem sayesinde Kanuna giden yolu açmıştır.
Kafka, geleneksel yasakları aşarak kendi yollarında gitme cesaretini göstermiş kişilere olan hayranlığını asla gizlemedi. E. Minze’ye yazdığı ve Kasım 1920 tarihli bir mektupta 1915 efsanesinin bir yorumuna benzeyen bir bölüm bulunur: Yazar, kız arkadaşına Lily Braun’un Bir Sosyalistin Anıları’nı okumasını tavsiye eder. Hayranlık uyandıran bu kadın “sınıfının ahlakından çok çekmiştir (böyle bir ahlak her koşulda yalancıdır, bilincin karanlığı yine de bunun ötesinde başlar), ama savaşçı bir melek gibi mücadele ederek kendi yolunu açmıştır.” Taşralı adam, Kanunun korkunç bekçi meleklerinin tehdidi karşısında yılarak dünyanın yalancı düzenine boyun eğerken, sosyalist kadın kendi sınıfının (burjuvazi) yalancı ahlakını reddeder ve “savaşçı bir melek gibi mücadele ederek” ileri gitmeye cesaret gösterir.
1914-1915’te, Dava’yı (ve dolayısıyla Kanun Önünde meselini yazarken) Kafka Lily Braun’un kitabını keşfeder; nişanlısı Felice Bauer’e bir nüshasını gönderir (Nisan 1915). Bir süre sonra da birçok dostuna gönderir: “Anılar’ı kısa süre önce Max’a [Brod] verdim, hemen sonra da Ottla’ya verdim, sağa sola verip duruyorum. Bildiğim kadarıyla tarihte bize en yakın, üstelik de bizim için en somut olduğu kadar en canlı cesaret kaynağı o.” Böyle bir coşkunun nedeni nedir? Birçok açıdan bu sosyalist kadının fikirleri Praglı yazarın “özgürlük dini”ne yakındır: “Dinimin kilisesini yavaş yavaş, taş üstüne taşı çabayla yığarak inşa ediyorum. Eserimin tamamlandığını gördükçe bir mutluluk duygusu beni ele geçiriyor ve benim olmayan herhangi bir inancın bana dayatılmasını kabul etmeme yönünde kesin kararımı aldım.”
Shelley’in “Korkma! Tahakküme ve yalana karşı savaşı sürdür!” ve Nietzsche’nin “Kendi kendine boyun eğ!” öğütlerini dinleyen Lily Braun, “boyun eğme, aşağılanma, kadere teslimiyet ve üsttekilere itaat adına kendine itaat etmeme”yi mahkûm eder. Elbette ki bu Anılar’ın Kafka üzerinde herhangi bir “etki”si olduğunu ileri sürecek değilim. Yalnızca, Kafka’nın kitaba yönelik açıkça belirtilen ve belirgin ilgisi, özgür ruhlu ve baş eğmez bu kadının ifade ettiği duygularla ortaklığa ve bunlara yönelik sempatiye kanıttır. Bu sempati, 1915 meselinin metnini beklenmedik bir ışıkla aydınlatır.
Kanun bekçileri karşısında çekinme/itaatsizlik ikilemi bir başka meselde kendini gösterir. “Kanunlar Üzerine” adlı bu meselde, kanunların sırlarını saklı tutan ve kendilerini kanunların üzerinde gören küçük bir grup soylunun tahakkümü altında bir halk söz konusudur. Çözüm hem paradoksal hem de ironiktir: “Bir parti hem Kanunlara inancı hem soyluluğu reddeder, bu parti ardında derhal tüm halkı bulur, ama bu parti var olamaz ve bunun tek nedeni de kimsenin soyluluğu reddetmeye cesaret edememesidir!”
Taşralı adam ile Dava’nın kahramanı Josef K. arasında bir paralellik kurmak ilginç olacaktır. Josef K. taşralı adam kadar pasif değildir, ama hikâyedeki iki önemli anda o da yılar. Önce, romanın başında, kendisini tutuklamaya geldiklerinde, “bütün bu hikâyenin en basit çözümü”nün bekçilerle alay etmek, “yan odanın kapısını, hatta bekleme odasının kapısını” açmak ve böylece özgürlüğe kavuşmak olduğunu sezdiğinde. Müfettişlerin tepkisinden çekinerek sonunda boyun eğer, “olayların doğal akışının ister istemez getireceği çözümün kesinliğini tercih eder.” Oysa “olayların doğal akışı”nın bu zorunlu sonucunu biz biliyoruz: Hukuk prosedürünün labirentlerinde dolaşmanın sonunda Josef K. infaz edilir. Tevekkülün ikinci ve sonuncu ânı budur: Görmüş olduğumuz gibi, cellatlarına direnmek yerine, onların iğrenç işlerine “hatır sayarak” teslim olur ve sonunda “bir köpek gibi” ölür. Efsanedeki taşralı adam özellikle bir köpek gibi tanımlanmış değildir, ama onun tavrının değersizleştirilmesi bu imgeyi büyük ölçüde esinlemektedir: konuşmaz homurdanır; bekçiye değil, kürk yakasındaki pirelere hitap eder.
Kanun kapılarının bekçisi, tıpkı Dava’nın yargıçları, Şato’nun memurları ya da “ceza sömürgesinde”deki komutanlar gibi, Kafka’nın gözünde, tanrısallığı (hizmetkârlarını, melekleri, habercileri, vs.) asla temsil etmezler. Onlar özellikle özgürlüksüz dünyanın, kefaretsizliğin dünyasının, Tanrı’nın elini eteğini çektiği boğucu dünyanın temsilcileridir. Onların keyfi, aşağılık ve adaletsiz otoriteleri karşısında tek kurtuluş yolu, boyun eğmeyi reddederek ve yasak engelleri aşarak kişinin kendi bireysel kanununu izlemesi olur. Ancak bu şekilde, ışığını kapının gizlediği Tanrısal Kanuna erişilebilir.
Günlük’ün birçok bölümüne göre, Kafka için bir eşiği aşmak ya da “kapıyı zorlama” edimi, bireyin ve özgürlüğünün kendi kendini onaylamasının bir tür alegorisidir. 1911 tarihli anlatının bir parçasına göre, “eşiği saf saf aşmak” bir tür kesin buyruktur: “İnsan kendi açından ve dünya açısından gerektiğinde ancak böyle davranabilir.” Yazarın birinci tekil şahıstan konuştuğu bir başka bölümde (6.11.1913), “bütün kapılar”dan geçiş, cesaretin ve kendine güvenin eşanlamlısıdır: “bu ani güven bana nereden geliyor? Daha sürer mi? Bütün bu kapılardan, boynumu bükmeden girip çıkabilecek miyim?” Son olarak, 1915 tarihli bir notta ise, pasif tavır olan “sakince yatarak durmak”, aktif tavır olan “dünyanın kapısını zorlama”nın karşıtıdır.
Mesihin gelişi Kafka’ya göre bu bireyci iman anlayışına, bu “özgürlük dini”ne doğrudan bağlı gözükmektedir. Tuhaf bir aforizmada (30 Kasım 1917 tarihlidir) şunu yazar: “Çığrından en fazla çıkmış bireyciliğin iman içinde mümkün olacağı an (der zügelloseste Individualismus des Glaeubens), ne bu olasılığı yok edecek birinin ne de bu yok edişe hoşgörü gösterecek birinin olacağı an, yani mezarlar açıldığında Mesih gelecektir.” Bu şaşırtıcı dinsel anarşizm –Gershom Scholem’in pek sevdiği bu kavramı kullanalım– bir başka Mesihçi notta da kendini gösterir (4 Aralık 1917): “Mesih artık ona gerek duyulmadığında gelecek, varışından bir gün sonra gelecek, sonuncu değil, en sonuncu gün gelecek.”
İki aforizma ilişkilendirildiğinde şu hipotez ifade edilebilir: Kafka’ya göre Mesihçi kefaret insanların, kendi iç kanunlarına uygun olarak, dışsal kısıtlama ve otoriteleri yıktıkları an, onların kendi eseri olacaktır; Mesihin gelişi yalnızca insani bir öz-kefaretin dinsel mükafatı olacaktır –ya da en azından bu, Mesihçi mutlak özgürlük çağının hazırlığı, önkoşulu olacaktır. Yahudi Ortodoksluğundan elbette çok uzak olan bu tutum, Buber’in, Benjamin’in ya da Rosenzweig’ın insan özgürleşmesi ile Mesihçi kefaret arasındaki diyalektik üzerine tavırlarıyla ilişkisiz değildir.
Örneğin Martin Buber’e göre, “formüle edilmemiş, dogmatik olmayan, ama her doktrin ve kâhinliğin arka planı ve bağlantısı olan merkezi Yahudi teologumen’i, dünyanın kefaret yoluyla kurtuluşu işine insan eyleminin katılımına duyulan inançtır.” Gelecek kuşaklara “işbirliği gücü” verilmiştir, etkin bir Mesihçi güç (messianische Kraft) verilmiştir. Franz Rosenzweig’e gelince, Kefaret Yıldızı adlı kitabında, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik arzusundan esinlenen insanlığın “büyük kurtuluş eserleri”nin Tanrı krallığının gelişinin “zorunlu koşulu”nu oluşturduğu olgusu üzerinde durur.
Kanun Önünde meselinde paradoksal ama çarpıcı biçimde ifade bulduğu haliyle Kafka’nın tinselliğini anlamak için, bunu aynı zamanda Orta Avrupa Yahudiliğinin “gelenek kirizi” içine yerleştirmek gerekir. Dar anlamda “sekülerleşme”den ziyade bence dinin etik içselleştirilmesinden söz etmek gerekir. Max Weber’in dünyanın dinsel red biçimlerini incelemesinde belirttiği gibi, “din bir ‘inanç etiği’ anlamında ne kadar sistematikleştirilir ve içselleştirilirse, dünyanın gerçekleriyle arasındaki gerilim o ölçüde derinleşir.” Tersine, din ritüel ve meşruiyetçi kaldığı müddetçe bu gerilim daha az kendini gösterir.
Kafka’da –Kanundan ve ritüelden uzak ama Yahudi din kültürüne bulanmış başka birçok Orta Avrupa Yahudi entelektüelinde olduğu gibi– bir “inanç etiği” adına (burada ise mutlak özgürlük adına) dünyanın reddi, içselleşmiş bir dinsel duyarlılığın aldığı biçimdir. Michael Löwy Franz Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest

https://www.cafrande.org/boyun-egmeyen-hayalperest-kafka-inancli-biri-miydi-michael-lowy/
submitted by karanotlar to u/karanotlar [link] [comments]

Allah'ı kanıtını bulduğunu iddia edenler hakkında

Arkadaşlar hepiniz garip garip şeylerden Allah'ın çok net kanıtlarını bulduğunu iddia eden insanlar görmüşsünüzdür. Allah'ın bir kanıtını bulduğunu iddia eden insanlar Peygamberin sözünü yalanlamış ve kafir olmuş olmuyor mu? Biraz daha açayım demek istediğimi. Lisedeki din hocamın anlatmış olduğu bir hikayede peygambere inanmayan adamlar kendisinden bir kanıt, bir mucize istiyorlar. Peygamber de bunun ustune " Kanıt olursa herkes inanır ve imtihanın bir anlamı kalmaz, benim mucizem Kuran'dır." diyor. Simdi bu hikayeye göre yok pilot kalemden, yok uçan kuştan yok ondan bundan mucize ve kanıt bulduğunu iddia edenler peygamberin sözünü dolaylı yoldan yalanlayıp kafir olmuş olmuyor mu? Yoksa ben yanlış biliyorumda peygamberin bu şekilde bir sözü yok mu?
submitted by DKuromi to AteistTurk [link] [comments]

Flood #1 FEMİNİZİME SAVAŞ

FEMİNİZME SAVAŞ AÇİYORUM OROSPU COCUKLARİ
Eğer feminizm gerçekten bir "eşitlik" akımı ise neden iki cinsiyetin de sorunlarına eşit miktarda değinildiğini görmüyoruz ? Ve neden feministler sadece erkeklerin üstün olduğu konularda şikayet ederken kadınların erkeklere oranla üstün olduğu konularda ses çıkartmıyorlar ?
Basit bir örnekle; HRWS(Human Rights Watch Statistics) raporuna göre Amerika Birleşik Devletleri içinde her yıl 100.000 ila 140.000 tecavüze uğruyor. Ve bu sayı A.B.D sınırları içinde tecavüze uğrayan kadınların sayısından daha fazla.
Peki neden "eşitliği" savunan bir akım sadece kadınların tecavüze uğramasını protesto ederken erkeklerin tecavüz sorunları gelince başka bir yere bakma ihtiyacı duyuyor ?
Aynı kaynağın paylaştığı verilerde "Dünya" üzerinde fiziksel şiddete uğrayan insanların yarısından fazlası "Erkek". Ama neden sadece şiddete uğrayan kadınların haberlerini "kadına şiddet" başlığı ile görürken, toplumun yarısı sayılan erkeklerin uğradığı şiddet yok sayılıyor ? Feministler neden bunlara da ses çıkarmıyor ?
İntihar kurbanlarının %80i İşyeri kazaları kurbanlarının %92si Savaşta ölenlerin %97si
Cinayet kurbanlarının %77si
ERKEKLERDİR
(Kaynak : Center of Disease Control, Bureau of labour statistics, Department of defence, Department of justice)
Erkekler de objeleştiriliyor. Erkekler de tecavüze uğruyor.
Uyanın artık. Erkeklerin hayatı da kadınların ki kadar boktan.
Ama buna rağmen neden Femizm akımı "Erkeklerin üstünleştirildiğini" söylerken kadınlar için "bastırılmış" değimini kullanıyor ?
Bir boşanma sonucu velayetin sahibi olma oranı %84 olan Aynı suçu işlediği halde ortalama ceza süresi 2.5 kat daha az olan Aynı özellikleri, puanı taşısa bile üniversiteye kabul oranı daha fazla olan
Ve en önemlisi tecavüze uğradığında karşı cinse oranla daha fazla suçlamada bulunan
Kadınlar neden bu konularda eşitlik namına ağzını açmıyor ?
Feminizm bir eşitlik akımıysa neden sokaklarda tecavuze uğrayan Ali, Jonathan, İvar, Xun vb için eylem yapılmıyor ? Feminizm kadın, erkek, siyahı, afrikalı aratmadan eşitlik arayan bir akım değil miydi ? Dişicilik anlamı gelen bir akımın eşitlik aradığına Cinsiyetlere etiket yapıştırabilen bir akımın "eşitlikci" olduğuna kendinizi inandırabiliyor musunuz ?
30 saniyelik bir google araması yaparak bir tehlike anında kendinize sığınma evi bulabilirsiniz.
Ama tabiki... Kadınsanız. Çünkü erkekler ölebilir
Genel inanışın aksine feminizm eşitliği destekleyen değil "Pozitif ayrımcılığı" destekleyen bir akımdır. Sadece kadınları kurban gören ve sadece onların sorunlarını düzeltmeye çalışan ve düzeltirken de karşı cinsi mağdur etmeyi sorun görmeyen bir akım "Pozitif ayrımcılık" yapıyordur.
Evet plazalardaki kadın sayısı erkeklere oranla az. Ama kadınların da erkeklere oranla daha fazla olduğu alanlar yok mu ?
Maden işcileri arasında da kadın sayısı erkeklere oranla az. Niye bunun hakkında şikayet etmiyorsunuz ? Her zaman her şeyin en iyisini almaya çalışıp buna eşitlik derken neden kötü işleri karşı cinse postalamakta sorun görmüyorsunuz ?
Görüyor musunuz ? O zaman Feminist değil. Egaliteryansınız demektir.
Evet kadınların da ezildiği noktalar var. Bunların hep birlikte farkındayız. Ve bunları düzeltmek için toplumca uğraşıyoruz (hepimiz olmasa da). Ama hiç bir erkeğin kadın hemşire sayısı daha fazla diye sokakta eylem yaptığını göremezsiniz. Cünkü bazen bu işler böyle olur. Bazı cinsiyetler bazı işleri alamaz. Eğer Plaza da daha fazla kadın görmek istiyorsan aynı zamanda maden ocaklarında daha fazla kadın görmeyi, daha fazla erkek hemşire görmeyi de destekliyor olman lazımdır. Çünkü gerçek eşitlik budur. Egalitarianism/equalitarianism budur. Feminizm ise böyle durumlarda sadece tek bir cinsiyetin sorunlarına odaklanıp eşitlikci olduğunu iddia eder. Bana oldukça ikiyüzlü geldiği için BİR FEMİNİST DEĞİLİM.
submitted by ruinquis to KGBTR [link] [comments]

İZMİR"İN SEMT ADLARI NEREDEN GELİYOR;

İZMİR
Arap Fırını: Bir Mısır göçmeni, Mısırdan gelip bu semtin köşe başında simitçi fırını açtıktan sonra, bu ad ortaya çıktı.
Arap Hasan: Hatay semtinde günümüzde Askeri Hastane’nin bulunduğu bölgenin XX. Yüzyıl’ın ortalarına kadar anıldığı ad "Arap Hasan"dır. Bu mevki XIX. Yüzyıl başlarında yaşayıp sürü yetiştiren Hasan adlı "Çukulata renkli" bir çobandan dolayı bu adla anılır olur. İnönü (eski Hatay) Caddesi üzerinde, Arap Hasan mevkiinde, bir zamanlar var olan çeşme de çok ünlüdür. Bu nedenle günümüzde bu bölge ve İnönü Caddesi üzerindeki durak “Çeşme” adıyla anılmaktadır.
Semtin adı Hatay ilinden gelmektedir. Cumhuriyet'in ilk yıllarından anavatandan ayrı olan Hatay devletinde yaşanan sıkıntılar nedeniyle 1937 yılında daha önceleri adı "Mısırlı" ve "İnönü" olan caddeye Hatay adı verilir... Bu ad aynı zamanda cadde çevresinde gelişen yeni semtin de adı olur...
Asansör: 1907 yılında yapılan asansör kulesinden ismini aldı.
Bahribaba: Bir din adamı sanılan kişinin cesedi karaya vurunca, sahilin az ötesindeki tepeye türbesi yapılır. Denizden çıktığı için Bahribaba Türbesi diye isimlendirilir.
Basınsitesi: Gazetecilerin Ve Basında çalışanların Siteleri fazla olduğu için adı Basınsitesi olmuştur..
Basmane: 1800’lerden sonra Basma fabrika ve atölyelerinin merkezi oldu. Çorakkapı Camiinin burada olması nedeniyle, daha eski zamanlarda Çorakkapı Mahallesi denirdi.
Bayraklı: İzmir’in ilk kurulduğu yer olan Tepekule’nin de bulunduğu Bayraklı XIX. Yüzyıl’da “Litros” adıyla da anılmaktadır. Adı hakkında var olan söylencelerden ilki, Batı Anadolu kıyılarını kendilerine insan kaynağı olarak seçen Türk korsanlar ile ilgilidir. O dönemde Akdeniz’e hakim olan denizciler her yıl İzmir’e gelip, bayraklar açarak levent toplarlar. “Solumadan can vermek, terlemeden mal kazanmak isteyen bayrağımız altına gelsin” sözleriyle gönüllü çekmeye çalışılır. Bayraklar, günümüzdeki Bayraklı’nın bulunduğu yerde açılmakta ve gönüllüler orada yazılmakta olduğu için yörenin adı yıllar içinde Bayraklı olarak kalır. İkinci söylenceye göre; XIX. Yüzyıl’da yöreden geçen tüccar kervanlarını soyan ama kimsenin canını yakmadan yalnızca işlerine yarayacak malı alan soyguncular, her soygundan sonra Tantalos’un mezarının bulunduğu tepeciğe bayrak asmaktadır. Bu nedenle bu soygunları yapanlara da “Bayraklı Eşkıya” adı verilir. Yörenin adı bu deyimden bozma “Bayraklı” olarak kalır. Üçüncü söylencede ise Türklerin İzmir çevresine yerleştikleri dönemde elleri bayraklı 7 Türk savaşçı günümüzdeki Laf Deresi yakınında düşman askerleriyle çarpışır ve biri orada şehit olur. Bu nedenle o bölgenin adı “Bayraklı” olarak anılmaya başlar. Bazı kaynaklar buranın adının “Bayraklı” adlı aşiretten geldiğini de öne sürmektedir. Bornova - Bayraklı - Karşıyaka yoluna 1885 yılında kavuşan Bayraklı, tarih içinde şifalı havasıyla ün salmıştır.
Bayraklı ismi için bir söylenti de tren yolu açıldıktan sonra trenlerin bayraklıda durmaması ve halkın ellerine bayraklarını alıp tren yolunu kapatması üzerine buraya bu ismin verildiği yönündedir.
Bornova: En eski adları Akropedon ve Pirino Barys olan ilçe adı “Bournobat” isminden dönüştü. Osmanlı dönemi adı Farsça “Dış Şehir” anlamında“Birun-u Abad” dır.
Bostanlı: Eski adı Papa Skala//Papas olan semt Turkçe ismini, yıllar öncesinde bulunan bostan tarlalarından almaktadır. Hala az da olsa bostanlar bulunmakta.
Buca: Rumca “Boudca”isminden dönüştü.İznik Kralı İoyanis'in 1235 yılında Kohi denen ve Kral Yolu yakınında bir yerleşim alanından bahsettiği yerin Buca olarak değiştiği, Kohi adının daha sonra Gonia, Bugia ve Buca’ya dönüştüğü sanılmaktadır. Bizanslılar döneminde ise bugünkü yerleşim yerinde Vuza, Uza ya da Vuzas isimli bir toprak sahibinin yaşadığı, yerleşim yeri isminin değişerek zamanla Buca olduğu varsayımı da vardır.
Çay Mahallesi: Iki iddia var. Mahallenin içerisinden geçen Çay (dere)'den dolayı bu adı aldığı ya da mahallede bulunan kahvehanelerin çok sayıda olması sebebiyle bu adı aldığı söylenir.
Çiğli: Bahçelere sabahları çok çiğ yağdığı için çiğli dendiği söylenir. Yerleşim tarihi IO. VI. Yüzyıl'a kadar giden Çiğli'nin adı "Sillyos" ya da "Sillion" sözcüklerinden gelmedir. Sözcüğün anlamı "Güzel Geçit Yeri"dir...
Darağacı:(Kalafat(Carenage)-Takoz Deliği).Ortodoks Mezarlığı ve yel değirmenleri vardı. Bu bölgede şimdi Şehitler Caddesi var.1925"te adı Şehitler olarak değiştirilmiştir.1803"te İzmir"in yönetiminde bulunan Katipzade Hacı Mehmet, kenti adil olmayan keyfi bir biçimde yönetirken, çok kişiyi haksız yere de idama mahkûm etmekteydi ve bu idamların yapıldığı yer olduğundan, bölge Darağacı olarak anıldı.
Göztepe: Göz şeklindeki Susuzdede tepesi buraya bu ismi verdi.
Güzelyalı: Çok kokan bir sahil olduğu için ,Kokaryalı denirdi.Sonraları nazire olsun diye Güzelyalı dendi. En eski ismi Sultan Reşat’ı anımsatması için Reşadiye ‘dir.
Halil Rıfat Paşa: Vali Halil Rıfat Paşa kendi ismini taşıyan caddeyi imara açtığından, semte de bu ad verildi.
Hilal: Eski ismi Stavros (Istavroz = Haç) idi. Çünkü Basmane'den gelen demiryolu hattı ile Alsancak'dan gelip Aydın'a giden demiryolu hattı burada artı işareti gibi kesişiyor ve bir haçı andırıyordu. 1922'den sonra Stavros ismi Hilal olarak değiştirilmiştir.
İkiçeşmelik: Tarihi iki çeşme, üst üste burada bir duvar üzerinde yer alır.
Kahramanlar: Yakınlarındaki bir eski yerin adı Mortakya idi. Burada kentin ilk karantinası kurulmuştur ve yaşamını yitirenler de bu bölgede gömüldüğü için bu adla anılmıştı. Daha sonra İzmir"in kurtuluşu anısına Kahramanlar dendi.
Karabağlar: Büyük kara üzüm bağları vardı.
Karantina: 1845 veba salgınını önlemek için kurulan karantina binasından dolayı bu isimle anıldı.
Karataş: Kırkmerdivenlerin yanıbaşında kocaman bir kara taş bulunduğu için bu ismi almıştır.
Karşıyaka: Karşı sahil anlamına gelir. Eski Adı Kordelio"nun Haçlı Ordusu komutanı Aslan Yürekli Richard"-(Richard Coeur de Lion)dan geldigi söyleniyor. Doğruluğu belgeli, kanıtlı değil. Diğer yandan, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınlarından "İzmir'i İzmir Yapan Adlar" adlı kitapta ise şöyle bir açıklama var:"-XVII. Yüzyıl başında bir Alman gezginin çizimi olan “De Golfe van Smirne” adlı gravürde “Lauro” adıyla gösterilen Karşıyaka, 1764 tarihli Joseph Roux gravüründe “Cardile” olarak yazılmış ve büyük bir olasılıkla buradan türemiş olabileceğini düşündüğümüz “Cordelio” ise bunların arasında en çok bilinen ve özellikle Rum azınlık tarafından söylenen ad olmuştur. "Cordelio" sözcüğü bildiğimiz "Kordela" anlamındadır ve Karşıyaka kıyı şeridi kast edilmektedir."
Konak: İzmir Derebeyi Katipzade Mehmet Çelebi, 1700’lerde meydanda denize nazır bir konak inşa ettirdi. Bu isim böylece ortaya çıktı.
Mezarlıkbaşı: Yüz yıl önce burada Müslüman mezarlığı olduğu için böyle anılırdı. İkiçeşmelik caddesi açılıp, güzergah genişletilirken mezarlık kaldırıldı.
Gömüsü olanın kemikleri toplanıp Kokluca’ ya götürüldü.
Mithatpaşa Caddesi: İzmir’de valilik yapan Mithat Paşa'nın 1882'de bu yolu açtırmasıyla ismini kazandı.
Namazgah: Hatuniye Camiinin namaz kılınan geniş bahçesi sebebiyle bu isim verildi.
Pasaport: Pasaport binasından ismini aldı.
Şemikler: Karşıyaka İlçesi’nde bir mahalledir. Karşıyaka merkeze bağlı 6191 numaralıdan 6316/7 numaralıya kadar olan sokakların büyük bölümü bu mahalle sınırları içindedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından “Şemikan” adıyla anılan köye, Hacı Hüseyin isimli bir kişinin zamanında var olan geniş arazisi nedeniyle “Hacı Hüseyinler” de denmiştir. Günümüzdeki adı işte bu Şemikan'dan dönüşmüştür.
Şirinyer: Eski ismi Rumca “Paradeiso(Cennet) idi. Kızılçullu da dendi. Paradeiso adı "Şirinyer"e dönüştü.
Üçkuyular: Üç tane yan yana kuyusu vardı.
Kaynak: "İzmir'i İzmir Yapan Adlar" İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları
Görsel : İzmir Saat Kulesi- Konak - Adnycl

https://preview.redd.it/f2kmxzilfub61.jpg?width=424&format=pjpg&auto=webp&s=496701b6082b7e462e3da82ac05e36131d84e36f
submitted by adnycl to u/adnycl [link] [comments]

Yaşanan Anlam Karmaşaları Üzerine

Çok sık rast geldiğim, Agnostisizm/Ateizm kavramlarının yanlış anlaşılması üzerine kendime müsait bir zamanımda yazmak üzerine söz verdiğim bir yazı yazayım bari. Yapılması gereken bir sürü işim var, bu yüzden bundan daha iyi bir zaman var olamaz😂
İlk önce dil benim için ne anlam ifade ediyor ile başlayayım. Dile herhangi bir kutsallık atfedilmesine karşıyım. Dil kendi başına bir olgudan ziyade, insanların iletişim için kullandıkları bir araç. Ne demek bu? Hadi her şeyi Türkçeleştirelim, "script" yerine "betik", "hostes" yerine "gökkonuksal uçansal avrat" (hikayesi gerçek değildir muhtemelen, teşbihte hata olmaz) kullanalım diyenlere karşı olmak. Eğer insanlar o kelimelerle anlaşabiliyorlarsa çok kurcalamamak lazım, bizim dile karşı bir sorumluluğumuz yok.
Ama iletişimi zayıflatıyorsa orada bir problem başlar. Dilin bazı kuralları vardır, bu kurallar ile eski terimlerden yeni terimler üretilebilir. Bu kuralları yok sayarak, kurallar çerçevesinde oluşması gereken terimlere farklı anlamlar yüklersek karışıklık başlar. İlk başta zararsız görünse bile, bunlar biriktikçe sıkıntı büyür. Bunun yanında, üretilebilecek terimlerin kapsayacağı anlam kümesine erişimimiz kısıtlanır ki bu daha büyük bir problemdir.
Ne diyon la burada diyenler için, sabır, daha yeni başlıyoruz. Garip bir şekilde, tüm dünya genelinde (en azından Amerika'yı biliyorum ben, orada öyleyse dünyada öyledir😉) bilmeye ve inanmaya ait terimler karıştırılıyor. Burada taş agnostiklere gelecek, ona göre devam edin😁
İlk terim, Teizm. En hemfikir olunan terim bu olsa gerek. Bir çok terim gibi Yunanca'dan (eskisi, belki Latince bile olabilir) geçmiştir. Tanrı veya tanrılar manasına gelen theos/theoi kelimelerinden türetilmiş, çokta eski olmayan bir tarihte (17. yy) kullanılmaya başlanmıştır. Bir tanrıya inanmak manasına gelir. Yanlış anlaşılmasın, bir tanrıya inanmak gerek ve yeter şarttır. Peki ben üç tanrıya inanıyorum, ne olacak bana? Bir tanrıya inanma şartını yerine getirdiğin sürece teistsindir, toplamda kaç tanrıya inandığının bir önemi yok. Ha, teizm'in alt kümesi olan poli-teistte olursun ama nihayetinde genel özeli kapsar.
İkinci terim Ateizm. Bunun tarihi çok daha eski, milattan öncelere gidiyor. Yunanlılar, tanrılarına inanmayanlara derlermiş. Hatta Sokrates'e yapılan suçlamalardan biri. A-teist olanlara yani teist olmayanlara denir. Ha, nasıl yani, ne demek? Ateist, a (olumsuzluk, zıtlık değil) takısını almış teist kelimesinden meydana gelmiştir. Mesela anormal, normal olmayan her şey için kullanılabiliyorsa, apolitik, politik olmayanlara deniyorsa, ateist, teist olmayanlara denir. Üzgünüm, eğer spesifik bir tanrının var olduğuna aktif olarak inanmıyorsanız ateistsinizdir, kaçış yok. Hatırlarsınız, AUA' (A birleşim A'nın değili) her zaman 1'e eşittir, bu ikisi bütün durumları kapsar. (Teist) + (teist olmayan), ilgili bütün durumları kapsamaktadır.
Peki ben tanrı kesin yoktur demiyorum, sadece aktif olarak tanrı var demiyorum, o zaman ne olacam? Ateist olacaksın arkadaş, yapılacak bir şey yok. Teizm'deki gibi alt kümelere sahip ateizm, onlardan birini seçebilirsin. Her ne kadar sonsuz'u kümelendirmek (değil olduğu için, teizm gibi sınırlı bir alanı kapsamıyor) mümkün olmasa da, çok kullanılan sınıflandırmalar var. Pozitif (güçlü) ateist tanrının varlığını aktif olarak reddeder, tanrı yoktur der. İnsanların ateizm'den anladıkları genellikle bu grup. Negatif (zayıf) ateizm ise tanrının varlığını reddetmez, sadece inanmak için bir sebebinin var olmadığını söyler. Bir kişi bazı tanrılar için güçlü, bazıları içinse zayıf olabilir. Mesela ben, İslam/Hristiyanlık/Yahudilik tanrısına karşı pozitif bir ateistim, Mısıİskandinav/Hint mitolojilerindeki tanrılara karşı negatif. Neden, en büyük etken bu mitolojilerdeki tanrıları reddedecek kadar mitolojilerine hakim değilim. Ayrıca sonsuz olmayan tanrılar daha var olabilir geliyor, kesin yoklar diyemiyorum. Elbetteki olmadıklarına neredeyse eminim, pozitifin kıyısındayım ama varlıkları mümkün değil demem için eşiği geçemedim daha.
Sen az önce Agnostisizm'i anlattın diyecekler için, hayır daha oraya geliyoruz. Teizm ve ateizm inanmakla bağlantılı kavramlar. Bir tanrıya inanıyor musun sorusuna verilecek iki cevap var. Evet, teistim yada hayır, ateistim. Agnostisizm bilmeye dayalı bir kavram, nasıl bilgiye erişilebilir sorusuna verilen cevap.
Yine olumludan başlayalım. Gnostisizm, bilgiye ilham ile ulaşılabilir ve ulaşmanın tek yolu ilhamdır demek. İslam sufileri bu konudaki en bilinen örneklerdendir muhtemelen. İbn-i Arabi yada Mevlana gibi düşünürler bu gruba girerler. Hatta Kur'an ile bile hakikatin bulunamayacağını, ancak meditasyon (zikir-şeyh biraz ibadet çokça rabıta) ile mutlak hakikate (İlahi Aşk, Nefs-i Kâmile, Fenafillah ne derseniz artık) ulaşılacağını iddia ederler. İslam için olduğu gibi diğer dinlerde de benzer öğretiler vardır. Hatta Budizm İslam tasavvufunun babası olarak kabul edilir çokça kesim tarafından.
Agnostisizm'i anladık herhalde. Gnostik olmayanlara denir. Muhtemelen inancımızdan bağımsız olarak bir çoğumuz agnostiğiz.
Şimdi karşılaştıralım, agnostik ve ateist ne demek. Şişman ve güzel gibi, birbirinin tamamlayıcısı olmayan kavramlar. Bir kişi şişman ve güzel olabilir, şişman olması, bize güzelliği hakkında fikir verse bile, kesin bir şey söylemeyecektir.
Gnostik teist Arada karşılaştığımız, genellikle tasavvuf yolunu tercih eden kişiler, mevcutlar, bende zamanında bunlardan biriydim.
Agnostik teist Mustafa İslamoğlu, Yaşar Nuri Öztürk gibi ilhamın bilginin kaynağı olamayacağını savunan kişiler, gnostik teistten burayı ziyarete geldiğim oldu bir dönem. Her ne kadar Kur'an ilhamdır ve bilginin kaynağıdır deseler bile (ki işi çok karıştırıyor) ben onları bu gruba koymayı uygun buluyorum.
Gnostik ateist Karşılaşılması en zor kombinasyon bu herhalde, Buddha gibi kişiler, tanrı tanımınıza bağlı olarak, örnek verilebilir ama günümüzde pek örneği bulunmamakta, yada ben görmüyorum. Bu gruptan hiç olamadım, ikna edilebilirsem denemeyi isterim🤣
Agnostik ateist İlham bilgi kaynağı olamaz diyen ateistler. Çoğumuz bu gruba dahiliz, en son bende bu grupta karar kılmıştım.
Agnostisizm'i neden emin olmayan manasında kullanmamalıyız peki? Öncelikle, çünkü değil. Kendi ifade ettiği bir anlam var. Sonra dil artık eskisi kadar geniş bir anlam yelpazesini kapsayamıyor. Evet, insanların çoğunluğu bunu böyle kullanıyor ama dilin kurallarına bağlı kaldığımız zaman büyük bir problemle karşılaşıyoruz, gnostisizm'i nerede ve nasıl kullanacağız? Agnostisizm'in şimdiki anlamı boşa düşmüş olacak, yeni bir terim üretme ihtiyacına gireceğiz. Bu yüzden, kutsal olmamasına rağmen, toplum alışkanlığıyla olan mücadelesini bu seferlik dil kazanmalı.
submitted by flyofthekings to AteistTurk [link] [comments]

Faşizm ve Monarşi Türleri Üzerine

Faşizm ve monarşinin değişik türleri vardır bunlar dünyanın çeşitli dönemlerinde çıkmış ve uygulanmış yönetim biçimleridir.
-MONARŞİ-
Monarşi kendi içinde kabaca ikiye ayrılır elbette bu dallar içeri doğru açılırlar fakat kabaca 2 dalı vardır
•Antik Monarşi
Tüm toplumlar, tarihlerinin şu veya bu evresinde monarşiyi yaşamış ve ona kutsal bir nitelik vermiştir. Her eylemin bir ayin görünümüne büründüğü kalıcı bir dini ortam içinde yaşanılan bir dünyada, kral, ancak tanrının (İbranilerde) veya tanrıların seçtiği bir kişi, hatta mısır firavunları gibi tanrının kendisi de olabilirdi. Monarşilerin bu ağırlıklı dini niteliği bu yönetim biçiminin ortadan kalkmasından sonra bile varlığını korudu: Mesela, Atina'da demokratik dönem içinde, yargıç kral, sitenin tüm dini hayatını denetimi altında tutuyordu. Tanrılar ve insanlar arasında aracılık görevini üstlenen hükümdar, kendisini destekleyenlerin ve iktidarını kabul ettirmek için gerekli olan kişilerin gücünün, kendi iktidarını sınırladığını görüyordu. Mısır'da kral, defalarca rahiplerin engellemesiyle karşılaştı ve onlarla uzlaşmak zorunda kaldı; yine mikenai dönemi Yunanistan'ında krallık gücü, ayrıntılı ve bürokratik bir saray yönetimine dayanıyordu. Kral, aynı zamanda ordunun başıydı ve savaşlarda kendine eşlik eden savaşçılar sınıfını göz önünde bulundurmak zorundaydı. Monarşilerin en mutlak nitelik kazandığı ve en uzun süre varlığını koruduğu bölgeler, tarımın sulamaya dayandığı ve karmaşık bir örgütlenme gerektirdiğiyerlerdi (NilVadisi ve mezopotamya deltası). Atina, Sparta veya Roma gibi başka yerlerde, oligarşi kısa süre içinde kralın yetkisi yerine kendi yetkisini kabul ettirdi. Bununla birlikte, İskender'in fethi sonucunda, Yunanistan'da doğu monarşilerinin kutsal niteliğinden geniş ölçüde esinlenen bir monarşi türü ortaya çıktı.
•Modern Monarşi
Kıta Avrupası'nda monarşi, Fransız İhtilali'ne kadar sürmüştür. 1789 Fransız İhtilalinden günümüze kadar olan süreçte modern devlet anlayışının ikinci aşaması yaşanmıştır. Bu aşamada egemenlik topluma verilmiştir. Egemenliğin yetkilerinin sınırlı olarak kullanılması gerektiğinin düşünülmesi gibi gelişmelerin yaşanmasının ardından, mutlak egemenlikten farklı olarak sınırlı bir egemenlik ortaya çıkmıştır. Egemenliğin sınırlandırıldığı dönemin siyasal iktidar tipi ulus devlet olmuştur. Rönesans'ın etkisiyle 16. yy başlarından itibaren toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel ölçüleri değişikliğe uğramaya başlamıştır. Bu dönemde kent uygarlığının gelişmesi ve açık ekonomi düzenine geçilmesiyle sermaye, ulusal alanda ağırlığını daha fazla duyurmuştu. Burjuvazi sınıfı, niteliğini değiştirme ve üretken bir sınıf olma yolunda ilerlemekteydi. Ticarete ve el sanatlarına dayalı sermaye, giderek artış göstermekteydi. Ticaret burjuvazisinin korunması gerektiğini düşünen dönemin kralları, ticareti içte ve dışta korumaya yönelik önlemler alma yoluna girdiler. Ekonomiye egemen olan burjuvazi sınıfı, tüm yetkilerin kralda toplanmasıyla kazancını her bakımdan garantiye alabilecekleri düşüncesini taşımaktaydılar. Ayrıca kilise de kralın yönetimine girdi ve yönetimdeki ağırlığı ciddi oranda bir kayba uğramış oldu. Burada krallığın burjuvazi sınıfıyla kolaylıkla uyuşmasının bir nedeni de soylularla olan ve kökleri tarihte çok eskilere dayanan bir anlaşmazlık içinde oluşlarıdır. Krallar ve soylular tüm tarih boyunca birbirlerinin yetkilerini sınırlandırmak için uğraş vermişlerdir. Bu iki taraf arasındaki çatışmanın bir örneği de Magna Carta olarak gösterilebilir. "Özgürlük" terimi burjuvazi sınıfının temel statüsü haline gelecektir. Yeni dönem hukuku, genellik ve kesinlik karakterine sahip "modern" bir hukuk olacaktır. Niccolò Machiavelli'ye göre; ahlakın kökenini toplum oluşturmaktadır. İnsanı evrensel bencil olarak tanımlamaktadır. Prensi ahlak dışı tutar ve toplumda düzeni sağlayacağına inanır. Ahlakın temel ilkesinin sevgi olduğu görüşündedir. Din, birleştirici olmalıdır. Bunun için de din, devlete bağlı durumda olmalıdır. Machiavelli, bu şekilde laikliği gerçekleştirmiş olur. Jean Bodin ise, vicdan özgürlüğünü savunur. Machiavelli ile ortak yönleri; dinsel hoşgörüyü ülkenin düzeni için bir araç olarak görüyor oluşudur. Bodin'e göre kral, Tanrının vekili konumundadır ve gücünü ondan alır. Farklı dinlerde insanların birbirlerine hoşgörüyle yaklaşımında din birliğinin sağlanabileceği görüşündedir. Thomas Hobbes da Machiavelli gibi kiliseyi devlete bağımlı kılar. Aslında hepsinin amacı; barış ve birliğin korunmasıdır. Fakat bu amaca, Bodin hoşgörüyle ulaşmayı amaçlarken Machiavelli ve Hobbes toplumu güderek ve zor kullanılarak bu ulaşmayı amaçlar. Üç düşünürün de benimseyip savunduğu yönetim biçimi mutlak egemenliktir. Üçü de görüşlerinde objektif ve tarihsel bir metot kullanmıştır.
Günümüzde monarşi ile yönetilen ülkelere:
▪︎Birleşik Krallık ▪︎Norveç ▪︎İsveç ▪︎Hollanda ▪︎Belçika ▪︎İspanya ▪︎Fas ▪︎Suudi Arabistan Krallığı ▪︎Omman Krallığı ▪︎Japonya Gibi ülkeker örnek gösterilebilir
-FAŞİZM-
Faşizm, ilk olarak İtalya'da Benito Mussolini tarafından oluşturulan, otoriter devlet üzerine kurulu bir radikal milliyetçi siyasi ideolojidir. İlkeleri ve öğretileri La dottrina del fascismo adı altında Giovanni Gentile tarafından yazılmıştır. Benito Mussolini'nin kurucusu olduğu Ulusal Faşist Parti'nin İtalya'da iktidara gelmesinin ardından, birçok milliyetçi ideolojiye örnek oldu. Benito Mussolini'nin sistemini örnek alarak doğan nasyonal sosyalizm ve falanjizm gibi akımlarla beraber faşizm iyice güçlenen bir ideoloji olmuştur.
İtalya'da kurulan ideolojinin orijinal versiyonu için İtalyan faşizmi sayfasına bakınız.
Milliyetçi işçi hareketlerinden ilham alan ilk faşist hareketler, İtalya'da I. Dünya Savaşı sıralarında; sol fikirleri, sağcı ve milliyetçi unsurlarla birleştirerek; komünizme, marksist sosyalizme, liberalizme, demokrasiye ve geleneksel sağcı muhafazakârlığa karşı olarak ortaya çıkmıştır. Faşizm, geleneksel siyasal yelpazede genelde aşırı sağa konulsa da, siyaset bilimciler tarafından bu tanımın yeterli olmadığı tartışılmıştır. Faşistler kendi uluslarını, ulusal camianın kitlesel seferberliğini teşvik eden totaliter bir devlet yoluyla bütünleştirmeyi amaçlarlar ve faşist ideolojiye uygun ilkelerle birlikte ulusu örgütlemeyi hedefleyen devrimci siyasal harekete önayak olan bir öncü partiye sahip olmayla nitelenirler. Liberalizme, demokrasiye, marksist sosyalizme ve komünizme muhalif faşist hareketler; devlete ihtiram, güçlü bir lidere bağlılık ve aşırı milliyetçilik ile militarizme verilen önem gibi ortak özelliklere sahiptir. Faşizm, siyasal şiddeti, savaşı ve emperyalizmi; ulusal ihyaya ulaşmak için bir araç olarak görür ve güçlü ulusların, daha güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri sürer. Faşizmi bir dünya görüşü olarak benimseyen İtalyan lider Benito Mussolini'nin 1922'de İtalya'da iktidara gelmesinin ardından, onun iktidarı döneminde, İtalya'da resmi ideoloji olarak yürütülmüştür. Kısa süre içerisinde genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını betimler bir nitelemeye dönüşmüş ve nasyonal sosyalizm başta olmak üzere, anti-demokratik ve otoriter ideoloji ve yönetim sistemlerinin tamamına halk tarafından verilen genel bir isim halini almıştır. Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükûmet yetkisini sembolize eden, ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince fasces sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları Fransız Devrimi sırasında Aydınlanma anlamında, halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya'nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini'nin propagandasında kullanılmıştır. Faşizm, baskıcı rejimleri tanımlamak için kullanılan genel bir terim olmadan önce, asıl olarak İtalyan milliyetçiliğini temsil eden bir ideoloji olarak ortaya atılmıştır. Ancak kendisiyle eş zamanlı olarak ortaya çıkan nasyonal sosyalizm ve falanjizm gibi akımlar da amaç ve uygulamalar bakımından bir İtalyan ideolojisi olan faşizme yakın oldukları için faşizme bağlı siyasî hareketler olarak tanınmışlardır. Aşırı milliyetçi ve anti-komünist bir hareketin İtalya dışında "faşist" olarak nitelenmesinin ilk örneği Avusturya'da görülmüştür. Avusturyalı anti-komünist aşırı milliyetçilerin ideolojisi Avusturya faşizmi (Austrofaschismus) olarak isimlendirilmiştir. Aynı zamanda, Almanya'da komünistler, nasyonal sosyalistleri kendi propagandaları gereğince "faşistler" (die Faschisten) olarak isimlendirmişlerdi. Bir rejimin faşist olarak nitelendirilebilmesi için, o rejimin ideolojisinin milliyetçi olması ve milletin varlık ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutması gereklidir. Bu yönüyle halkçılığı da içermeli ve sadece zenginlerin veya işçilerin değil, milletin bütün fertlerinin refahını sağlamayı hedeflemelidir. Bu hedefe ulaşmak için ise ekonomi üzerinde sıkı bir devlet kontrolü uygulamak, işçi ücretlerinin yeterli olmasını sağlamak, keyfi işten çıkarmaları önlemek, hayat pahalılığının önüne geçmek için fiyat kontrolü uygulamak gibi önlemler uygulamak faşizmin politikalarındandır. Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. Bu yönde devlet eliyle korporatif sendikalar kurulur ve işçi ile işveren arasında anlaşma sağlanır. Toplumdaki yoksul ve orta sınıfın ihtiyaçları devlet tarafından karşılanır; örneğin Almanya'da çıkan toprak yasasıyla köylülerin topraklarının ipotek yoluyla ellerinden alınmasının önüne geçilmiş ve fırsatçı sermayenin köylüyü sömürmesi engellenmiştir. Faşizmin amacı bir toplumu birlik-beraberlik, ulusal değerler, tarih bilinci, vatan-bayrak-devlet üçlemesi, halkçılık ve devletçilik gibi anlayışların altında bütünleştirmektir. Saldırgan milliyetçi olmakla birlikte -özellikle de nasyonal sosyalizmde- ırkçı boyutlara varabilmektedir. Milliyetçi veya ırkçı fikirlerin benimsenmesi ülkelere göre değişmektedir; örneğin İtalyan faşizminde "İtalyan vatandaşlığı" kavramı ön plandayken, Alman nasyonal sosyalizminde ise "Alman kanı taşıma" düşüncesi ön plandadır. Mussolini'nin doktrininde vatandaşlık kavramı vurgulanırken, Hitler'in doktrininde ise kan bağı vurgulanmaktadır. İtalyan faşizmi milliyetçidir, Alman nasyonal sosyalizmi ise ırkçıdır. Faşist yönetimlerin başa geçmesi Almanya'da demokrasiyle, İtalya'da hükümdarı tehdit etmekle (Roma'ya Yürüyüş), İspanya'da ise iç savaşın kazanılmasıyla gerçekleşmiştir. Tarihe baskıcı rejimler olarak geçen bu yönetimler, o yıllarda mevcut oldukları ülke halkının çoğu tarafından, özellikle de Almanya'da desteklenmişlerdir. 1922'de Benito Mussolini İtalya Kralı tarafından başbakan olarak atanmış, 1924 seçimleri sonucunda ise % 61.3 oy alarak Faşist Parti'nin iktidarda kalması kesinleşmiştir. Adolf Hitler Ocak 1933'te Almanya Cumhurbaşkanı tarafından şansölye (başbakan) olarak görevlendirilmiş, Mart 1933'te yapılan seçimlerin sonucunda Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi % 43.9 oy alarak iktidarda kalmıştır. II. Dünya Savaşı'nın sonunda -İspanya'daki hariç- faşist yönetimler devrilmiştir.
•Faşizm'in Özellikleri
İdeoloji ve amaçlar
Faşizmde toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir tek ideoloji bağlayıcı olarak ilan edilir. Gerek devlet gerekse de iktidarın dünya görüşüne göre ve lider ilkesine göre örgütlenir ve belirlenir. Basın ve yayın kuruluşlarının mevcut ideolojiye göre yayınlar yapması zorlanır. Hakim görüşe zıt düşünceler ve muhalif seslerin çıkması çeşitli baskı unsurlarıyla önlenir. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, kapatılır veya başka türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece hakim düşüncenin karşısına farklı düşüncelerin çıkmasının önüne geçilmiş olunur ve tek tip düşünce, toplumda baskın hale getirilir. Faşizmin boyutu, bu koşulların ne kadarının somut olarak uygulamaya geçirildiğiyle doğru orantılıdır.
Lider ilkesi: Bu ilkeye göre toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir tek ideoloji bağlayıcı olarak ilan edilir. Gerek devlet gerekse de yönetim dünya görüşüne göre ve lider ilkesine göre örgütlenir ve belirlenir. Aynı şekilde işletmelerde de patron ve işçi arasında işletme yöneticisinin iktidarına dayalı bir ilişki kabul edilir.
Milliyetçilik ve vatanseverlik: 19. yüzyıl boyunca yükselen milliyetçilik 20. yüzyılda çeşitli ve aşırı boyutlara varmıştı. Faşizmde milliyetçilik en ön plandadır ve temel ideolojidir. Vatanseverlik ve millî değerler her fırsatta vurgulanmaktadır.
Antisemitizm ve ırkçılık: İtalyan faşizminin özünde ırkçılık yoktur, milliyetçilik ve vatanseverlik vardır. Fakat Alman nasyonal sosyalizminde ise katı bir ırkçılık mevcuttur.
Popülizm, anti-komünizm ve anti-liberalizm: İtalyan faşizmi ve nasyonal sosyalizmde popülizm ön plandadır. Liberalizm tümüyle veya zararlı yönleriyle reddedilir. Korporatif ekonomi uygulamaya konur. Komünizm, faşizmin düşman ideolojisi kabul edilir. Bunun nedeni komünizmin faşizme ideolojik olarak ters düşmesidir.
Hukukun işlevselleştirilmesi.
Rejim karşıtlarının ve aşağı görülen halk gruplarının idam edilmeleri ve/veya öldürülmelerinin haklı görülmesi ve bir devlet politikası olarak yürütülmesi.
Bir ulusa, kültüre ya da “ırka” üye insanların toplumun geri kalanı üzerinde üstün oldukları iddiası. Bu yaklaşım aynı zamanda lider ilkesinde de ifadesini bulur. Belli bir kişi diğer herkesten ve topluluktan daha isabetli kararları alabilir durumdadır.
Otoriter iktidar biçimleri ve sıklıkla totaliter bir sistem. Totalitarizm Alman ve İtalyan faşizmlerinde ön plandayken, Avusturya faşizmi ve falanjizmde vurgulu değildir.
Sosyal Darwinizm: Daha çok nasyonal sosyalizmde görülür. En iyinin ayıklanması ve egemenliğine dayalı toplum anlayışı. Yani ari ırk, başka bir deyişle üstün ırk kavramının devlet yapısında ve toplumsal yapıda etkili olmasıdır.
Karşıtlar
Komünizm: Özellikle Sovyet Devrimi ve komünizmin Avrupa’ya yayılacağı korkusu faşist liderler tarafından sıklıkla liberal ve muhafazakâr gruplarla ittifak kurmak üzere dile getirilmiştir.
Liberalizm: Batılı ülkelerin sistemi liberalizm bir tehdit olarak algılanmıştır. Liberalizmin bireysel özgürlük anlayışı, faşizmin görüşü ile taban tabana zıttır. Faşizm bireylerin tamamen devlete bağlı ve devletin kontrolü altında olmasından yanadır. Ayrıca liberalizmin ortaya attığı kapitalizmi modeli reddedilir, ve kapitalizmin ortadan kaldırılmadığı orta yol korporatizm desteklenir.
Demokrasi: Demokrasi; çoğulculuk düşünceleri ile, devlet, ekonomi ve özel mülkiyet arasındaki ayrımda faşizmi önemli bir düşman olarak görür.
Muhafazakârlık: Faşist hareketler sıklıkla muhafazakâr özellikler taşısalar da kendilerini devrimci olarak gören faşistler muhafazakârlarda laik vitalizmin ve “yeni insan” düşüncesinin düşmanlarını görürler.
Şekilsel ve örgütsel özellikler
Devlet içinde ve yanında başka bir devlet olan silahlı gizli servisin merkezi önemi. Kendi taraftarlarının gözetim altında tutulması.
Militarizm: Ekonomik hayat da dâhil olmak üzere toplumsal hayatın militarize edilmesi. Militer kitle yürüyüşleri ve büyük gösteriler faşizmin en önemli görünüşleridir.
Bilimlerin taraflılık yasasının egemenliği altına alınması.
Kitle seferberliği, parti propagandası yoluyla toplumsal alanın ve kitle iletişim araçlarının tekelleşmesi çabası.
Toplumun sürekli kışkırtılması, devrimci ilan edilen konular lehine zorunlu coşkunluk.
Kolektivizm: Halkın kitle olarak anlaşılması. Mussolini’nin stato totalitario kavramından beri faşist anlayış özel yaşama kadar toplumsal hayatın her alanında hak iddia eder. Aile, çocuklarla halk birliğine katkı yapacak olan davadaşlık birliği olarak düşünülür.
Pasifizmin aşağılanması. Bunun yerine hareket adı altında militarizmin ve savaşın yüceltilmesi.
Politik karşıtın ortadan kaldırılması eğilimi. Faşizme göre karşıt düşmandır ve bir an önce yok edilmelidir. Bu söylem esas olarak kitlelerin faşist yönetime örgütlenmesi amacıyla kullanılır.
Parti milisleri. Paramiliter çeteler.
Estetikleştirme ve mistikleştirme. Özellikle ulusun kendi tarihine yönelik mistikleştirilmiş bir algı.
Yiğitliğe, kahramanlığa ve savaşçılığa vurgu. Ataerkil yapıların yüceltilmesi.
Gençliğin vurgulanması. Gençliğin dinamizminin savaş taraftarlığıyla ilişkilendirilmesi.
Kimi ülkelerde bir yandan monarşi ve ruhban sınıf önderliğine yönelik vurgu, ama diğer yandan dini unsurların yerini alan ilerleme ve teknoloji inancı.
Bu özellikler bazen milliyetçilik, militarizm ve şovenizmden oluşan "Üç Sütun Modeli" ile özetlenir. Ancak bu bir yandan da faşist ideolojilerin başka temel özelliklerinin göz ardı edilmesine yol açan bir indirgeme olarak eleştirilir. Faşist hareketler yaklaşık olarak bütün Avrupa ülkelerinde ve birçok Latin Amerika ülkesinde bulunur. İspanya İç Savaşı’nda (1936-1939) Francisco Franco yönetimindeki falanjlar İtalya ve Almanya desteği sonucu iktidara gelmişler ve 1975’e kadar iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Portekiz'de António de Oliveira Salazar Estado Novo ile faşist bir rejim kurmuştur. Avusturya’da Almanya’yla birleşmeye karşı çıkan Avusturya faşizmi rejimi kurulmuştur. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya Hırvatistan’daki Almanya Rejimi gibi birçok faşist harekete yardım etmiştir.
Ekonomi
Hem liberalizmi hem de komünizmi reddeden bir doktrin olan faşizmin ekonomi politikası korporatizm isimli sistemdir. Korporatizm, toplumu organizmacı bir gözle görmenin bir sonucu olarak her kesimin tüm faaliyetlerinin amacını dayanışma ve ortak çıkara indirgeyen politik bir yaklaşımdır. Tahmin edileceği gibi burada farklı kesimlerin farklılıkları ancak ortak çıkar ya da devletin faydası ekseninde okunduğu müddetçe yaşayabilir. En tipik örneği Mussolini dönemi İtalya uygulamasıdır. Korporatif ekonomi ile İtalya'daki işsizlik azalmış ve millî gelir yükselmiştir. İşçi ile işveren, emek ile sermaye gibi arasında sorunların bulunduğu ekonomik tarafların ve toplumsal sınıfların arasındaki problemleri faşist devlet uzlaşma yoluyla çözmeye çalışır. Örneğin İtalya'da devlet tarafından kurulan ve Faşist Parti'ye bağlı olan sendikalar yoluyla İtalyan emekçilerinin hakları savunulmuş ve sermayenin işçi sınıfını ezmesinin önüne geçilmiştir. Sermaye sahiplerinin toprak ağalığı yapması yasaklanarak her şey devlet gözetiminde tutulmuş, ülkenin emekçi sınıfı olan işçilerle sermayeyi elinde bulunduran işverenlerin dayanışma içinde bulunması sağlanmıştır. Faşist sistemde devlet her şeyden üstün olduğu için sermayeyi elinde bulunduran zengin iş adamları Faşist Parti mensuplarına söz geçiremiyor, böylelikle sermaye devletin oluyor; bu sermaye de halkın çıkarına kullanılıyordu. Faşist sistemin korporatist ekonomi politikaları sayesinde İtalyan halkı refaha kavuşmuş ve sınıflar arasındaki sorunlar ortadan kalkmıştır. Çünkü faşist yönetim belli bir sınıfı değil, tüm ülkenin çıkarlarını düşünen politikalar uyguluyordu. Faşizmin ekonomi politikası daha çok orta sınıf tarafından desteklenmiştir. 1933'ten itibaren Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (NSDAP) idaresinde bulunmuş olan Almanya'da da İtalya'dakine benzer devletçi uygulamalar yürürlüğe konulmuştur. Tek parti olan NSDAP'ye bağlı sendikalar kurularak Alman emekçisinin hakları savunulmuştur. En büyük sendika kuruluşu Alman Emek Cephesi idi. Nasyonal sosyalistler, zengin Yahudi iş adamlarına karşı tavır alarak hem Alman emekçilerini korumaya çalışmış, hem de Alman sermaye sahiplerini Yahudilere karşı güçlü kılmak için çabalamıştır. Yahudilerin tüm haklarının alındığı Nürnberg Yasaları'nın çıkmasıyla birlikte Yahudi iş adamlarının şirketlerine devlet tarafından el konulmuştur. Yahudiler her türlü meslekten alıkonularak yerlerine işsiz Almanlar getirilmiş ve işsizlik hızla azalmaya başlamıştır. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi iktidara gelmeden önce % 15'i bulan işsizlik Hitler'in iktidar döneminde % 0'a kadar inmiştir.
Kaynakça:
-https://www.google.com/url?sa=t&source=web&rct=j&url=https://en.m.wikipedia.org/wiki/Fascism&ved=2ahUKEwiEv5bVg6PsAhUPxYUKHWKPDzcQFjAAegQIBBAB&usg=AOvVaw0HIctDKg0QEsh2HI1lOpuu&cshid=1602092566633
-https://www.google.com/url?sa=t&source=web&rct=j&url=https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Monar%25C5%259Fi&ved=2ahUKEwjpi-yJhKPsAhUMdxoKHYIHCNoQFjAAegQIAxAB&usg=AOvVaw2qOLlSpD4O9y3ZKHTmUST8
submitted by Doctor37141 to AnotherCity [link] [comments]

iddia anlamı video

Türk Doktor Deşifre Etti! Büyük Skandal! Şok İddia Büyük ... Paralel Evrenden Gelen Adamın Tuhaf Hikayesi - YouTube 0/0 iddaa nedir - nasıl oynanır - sözlük anlamı - alt üst ... 0/1 iddaa nedir - sistem 0 1 2 nedir - k1 0 - nasıl ... İDDİA MAKAMI NEDİR? Kur'an Ayetlerinde Bahsedilen UZAYLILAR - YouTube İddaa Yeni Sistem Hakkında Genel Bilgi (BÖLÜM 1) - YouTube Aşk Laftan Anlamaz - YouTube - YouTube

iddia ne demek? iddia nedir? iddia sözlük anlamı ve iddia hakkında bilgi kaynağı. Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca ve birçok dilde anlamı. iddia TDK sözlük. iddia kelimesi anlamı, null. Opps Sorry! Unexcepted exception. Üzgünüz! Beklenmeyen bir hata oluştu. assert teriminin İngilizce Türkçe sözlükte anlamı {f} ileri sürmek {f} iddia etmek {f} öne sürmek (Mukavele) ispat ve iddia ile beyan etmek sözlerle savunmak açıklamak belirtmek iddia et. Onlar onun doğru olduğunu iddia ettiler. - They asserted that it was true. O, haklı olduğunu iddia etti. - She asserted that she was right Sözlükte iddia kelimesinin manası: İleri sürülerek savunulan düşünce, sav. Örnek: Mahkemenin elinde bu iddiaları yalanlayacak bir belge yoktu. T. Buğra. Kendinde olmayan bir yeteneği, bir durumu varmış gibi gösterme. Dediğinde direnme, inat. Örnek: İddia kızışmış, âdeta inat hâlini almıştı. Ö. İddia nedir, iddia ne demek, iddia anlamı, iddia hakkında bilgi bulunduran paylaşım platformu. iddia sözcüğünün eş anlamlı kelimesini ve sözcük analizini içeriyor iddia kelimesinin eş anlamlısı nedir ? - iddia eş anlamı, eş seslisi ve dahası Aranacak kelime İddia ne demektir, İddia nedir, İddianın anlamı, İddialar ingilizce İddia yabancı dilde nedir, kullanımı, kökeni örnek açıklaması İddia eş anlamı. İddia sözcüğünün 1 adet eş anlamı karşılığı bulunmaktadır. İddia ile aynı anlama gelen eş anlamlı kelimeler aşağıdaki gibidir;. İddia sözcüğünün eş anlamlı kelimesi sav sözcüğüdür. Bu iki kelime birbiri yerine kullanılabilir. İddia ~ Ar iddiˁāˀ إدّعاء [#dˁw VIII msd.] bir dava ileri sürme, kendini öne sürme < Ar daˁwa ͭ دعوة çağırma → davet Tarihte En Eski Kaynak [ Meninski, Thesaurus (1680) ] Önemli Not: Bu kaynak kayıtlara geçmiş ve bu kelimenin kullanıldığı yazılı ilk kaynaktır. Kullanımı daha öncesinde sözlü olarak veya günlük hayatta yaygın olabilir. alleged teriminin İngilizce Türkçe sözlükte anlamı sözüm ona İddia edilen; sözde, sözümona iddia etti {s} sözde. Tom Mary'nin sözde suç ortağıydı. - Tom was Mary's alleged accomplice. (sıfat) iddia edilen, sözde, sözümona iddia et {s} sözümona iddia edilmiş İlgili Terimler allege iddia etmek allege ileri sürmek

iddia anlamı top

[index] [1724] [4347] [1246] [1712] [9573] [4529] [2291] [2294] [1554] [1123]

Türk Doktor Deşifre Etti! Büyük Skandal! Şok İddia Büyük ...

Bilgi Marketten herkese selamlar. Bu Videomuzda Sizlere Yeni Sistemden BahsettikTÜM VİDEOLARIMIZ: http://www.youtube.com/c/BilgimarketKANALA ABONE OL: https:... DÜNYACA ÜNLÜ ŞİRKETLERİN LOGOSUNDAKİ GİZLİ MESAJLAR İzlediğiniz için teşekkürler , abone olmayı unutmayınız... iyi fikir olarak size YouTube'da en bilgil... 0/1 iddaa nedir - sistem 0 1 2 nedir - k1 0 - nasıl oynanır - sözlük anlamı - sistemli - alt üst Hakkında http://onlineiddaa.net adresine girerek, genel bütü... 1954 Yılında Tokyodaki Havalimanına, garip görünümlü bir işadamı geldi. Bu adam Taured denilen bir ülkeden geldiğini söylüyor ve elinde Taured pasaportunu ta... Kuran Ayetleri Uzaylıları mı Anlatıyor?Ücretsiz Abone Olun.. https://www.youtube.com/channel/UCAG5HALf4Y2G24ytrlgPocQ?sub_confirmation=1Bizlerin gözüne uçsuz... "Aşk Laftan Anlamaz"da Burak Deniz, tekstil imparatoru Sarsılmaz ailesinin veliahtı "Murat Sarsılmaz" olarak izleyiciyle buluşuyor. Hande Erçel, dizinin Haya... Enjoy the videos and music you love, upload original content, and share it all with friends, family, and the world on YouTube. 0/0 iddaa nedir - nasıl oynanır - sözlük anlamı - alt üst - sistemli - kaçak Hakkında http://onlineiddaa.net adresine girerek, genel bütün bilgileri bu sited... Türk Doktor Deşifre Etti! Büyük Skandal! Şok İddia Büyük Oyunlar Dönüyor Çip Aşı 5g Hedefteki Kan Grupları Çip Takılmasıtürk doktor deşifre etti büyük skand... Savcı, Ceza yargılamasında iddia makamı olarak adalete hizmet eden kişidir. Savcılık Ceza Muhakemesinde iddia görevini yaparak devlet adına ceza da ...

iddia anlamı

Copyright © 2024 m.realmoneygamestop.xyz